Sabah babam geldi. Şık giyinmiş. İşe gelir gibi. Önce ofiste biraz yardım istedim. Sonra Vatan gazetesine toplantıma götürdüm ! Hem rozetini hem 1958 muhabir kartını Hürriyet'ten verilen hem de sarı şeref basın kartını gösterdi. Güldük. Taksiye bindik. Barbarosta inip müthiş güzel bir günde korkunç kış sonrası babamı by-pass ve sonrası yaşadığımız o dehşet günler sonrası benimle sımsıcak yürürken dudaklarımı ısırıyordum.
Adı ile bizi sanki çağıran "hayatı Pi'ye alın cafe" ye girdik. Yemekler geldi. Babamınki önden.
- İlaçlarını aldın mı ?
- Evet
- İyi
- Zaten sabah değiştirdim.
- Neyi?
- Doktorun verdiği tansiyon ilaçlarını bıraktım benim eski tansiyon ilaçını aldım
- Niye?
- Deniyorum
- neyi???? !!1 Afrikadan futbolcu getirdin onu mu deniyorsun delirdin mi ?
Cafe inledi, yemekler yenilmeden kalkıldı. Benim tansiyonum 30! Bir yandan babama bağırıyorum bir yandan doktoru arıyorum. Savaş.
- Sen taksiye bin git ben delirdim çünkü.
Bir yandan da bindiremiyorum. Çıldırmak üzereyeim. Sessizce yürüyoruz.
Bir anda bir kameraman bir muhabir önümüzü kesti.
- Seçimler hakkında ne düşünüyorsunuz? tayyip oy kaybetti mi sizce ? halk ne mesajı verdi.
Ben birşeyler geveledim. Tam gidecez babam kameranın önünde başladı tayyib'in kötü yönetimine... Konuştukça konuşuyor.
Susmuyor. Kameraman bana arkadan kes kes diyor. Kibarlık yapıyorlar kesemiyorlar. Ben gülüyorum.
3 dakka falan konuştu. Adamlar off çekip gitti.
Babam gülüyor ben başladım gülmeye. Gülerek yürümeye devam ettik.
Gülerek taksiye bindi.
Dudalarımı tekrar ısırmaya başladım. Pek de ısırmadım esasında.
Baba olmadan baba oldum bu Kasım. Günler artık hem zor hem büyük hüzün hem de günler büyük kıymet dolu.
Tuesday, March 31, 2009
hayatı Pi'ye alın
Tuesday, March 24, 2009
Tuesday, March 10, 2009
iskele
Biri Eylül ayı, yaz sonu üzerilerinde 2 hırka. İki anne deklanşörümün önünde. Diğeri aynı nokta bu sefer babam deklanşörün arkasında, buz gibi bir Şubat sonu. Sözverilmiş bir Bodrum kaçamağı.
Ananemden başka birşey görmedi gözüm iskelenin önünde. Bomboş iskele. Bakakaldım ve kıyıya vuran her dalganın sesinde her seferinde tokat yer gibi zaman bilmecesinin içinde kaybolup gittim. Orada öyle oturuyorlar öylesine bana bakıyorlar ana kız...
Canım anneannem şimdi kaybolup gitmiş iskele bomboş.
Nasıl olur? o gerçek an o içinde bulunduğum an...hem de bu kadar hızlı bu kadar vakitsiz..
Bir saniye yetiyor bana her şeyin içinde herşeyi kaybedecek noktaya geldiğim bir saniye. Kendimi tanıyamadığım, yirmi değil yirmiler de koşsam cevabını bulamayacağım bene gelmem...bir saniye.
Çok soğuk bir mart çarşambası.
Babam ve annem Erenköy, abim Arnavutköy ben ofiste, tek bir tungsten lamba yanıyor.
Yazmıyorum.