Sunday, February 07, 2010

Lower Gwynedd





İlk kez “düzgün” koşmaya Philadelphia’nın Lower Gwynedd denen mütavazi mi mütavazi sesiz mi sessiz köyünde başlamış inanılmaz güzel bir asfalt yoldan koskoca bir dağın eteğine doğru yaklaşır ormanı da karşıma alıp bekler, korkunun gelmesini bekler, deliler gibi bağırıp geri dönerdim.

Bazen İstanbuuuuullll bazen Ahmeeeettt bazen bir çığlık bazen anlamsız bir yeaaaah bazen de anneme bazen de babama bazen de sadece cimboooom diye bağırır geri dönerdim.

Sonra okulda koşmaya başlamış, üstüne bir yaz Viyana’da staj sırasında nefis bir orman/park’ın içinde devam etmiştim. Herhalde o Viyana sonrası katılsam bir 40K bitirebilirdim.

Amerika dönüşü 6'sı üstüste 7 Avrasya 15K, 1 Nike gece koşusu 10K, iki Riva yol koşusu 10K ve geçen sene ilk 21,5K Runtalya.

En müthiş koşu 2009 Tel Aviv 10K, kendi koşum.

En komik koşum Sarayburnu ve Arnavutköy ve Emirgan'dan suya atlamalı (EMin Özgür ile)

En enteresan koşum Hong Kong 5K - kendi koşum.

En rutin koşum Rumeli Hisarı – Ortaköy 10K - Emin Özgür ile omuz omuza defalarca

En melankolik koşum Sarayburnu-Çemberlitaş-Sultanhmet-Karaköy 10K

En yeni koşum Hyde Park – 10K

En sıkıcı koşularım bilimum K’lar bilimum spor salonları.

Her koşuda kaslarımın, dizlerimin, sırtımın ve kalbimin üzerine verdiğim ağırlık kadar ruhuma beynime de verdiğim ağırlık mesafe arttıkça artıyor bazen kaldırmayacağım boyutlara gelip sanki bir lif nasıl atacaksa; işte öyle aynen ! tak diye ! ruhum da ortadan atacakmış gibi oluyor. O dayanılmaz acıda varınca hemen ipod'dan daha dandun bir şarkıya geçip duygu eşiğimi aşağıya çekmeye çalışıyorum. Ve başarıyorum da

(Mesela o saniye Kyoto Song’u dinlesem herhalde kalırım oracıkta.)

Nedenini önce bambaşka şeylere taşıdım, neden bu kadar gerildiğimin neden bu kadar yalnız koşunca korktuğumu neden kaslarım mesafe uzadıkça alışsa bile ruhumun alışamadığını? Önce şehire verdim (ki burada da yazdım) nedenleri, şehrin her semtini hissederek yaşadığım şehrin boğaz kenarı görüntüsü ve veya ara sokakları, elimin altından geçip giderken hayat, zamanın oynadığı berbat oyuna.

Sonra HK sonra Tel Aviv her yerde benimle geldi o acı, hatta geldiği km bile belli ediyor diyebilirim kendini, başlangıçta mutlaka.

Bazen “kolay gelsinler” ile “hi there”ler ile ufak saçma sorularla başkalarına takılmaya çalışmış, başarılı olmuş rahatlamış başarısız olmuş ipod'da şarkı atlamış oldum

Thousand voices whispering thru

Şimdi bu odada, in the Hanging Garden, geriye dönüp bak, bak ve gör esasında hep yalnızken koşulara başladığını ta o Lower Gwynedd’deki sabah gibi korkuyla adım attığını, o orman yolunda senden başka kimse yokken nasıl korktuğunu nasıl yanına birini istediğini nasıl esasında özlemden değil korkundan bağırdığını, nasıl her koşunun geriye doğrusunu daha da hızlı koştuğunu – first color is the first kiss - nasıl bitirdiğinde hep korkunun da geçtiğinine bak

o kapı gibi duruşunun arkasında, savuşturmalarla nefes aldığını, o mutlu ve çocuksu akşam uykularına geçişte veya sabah ironman gibi kalktığında hep bir savuşturma içersinde olduğunu, savuşturmaların kralı olduğunu, nasıl hep geçmişi istediğini nasıl ileriye doğru değil hep geriye doğru HK’dan başlayıp Tel Aviv’den Hyde Park’a oradan Philly’e geri gidip o ormana dalıp başlangıç noktasında durup esasında hiç başlamamayı bi yapabilsen be koca sen…

It's a timetrap, it's a zeitgeist.