Friday, September 19, 2008

Gri sabahlar

Her sabah uyanıyorum. Bazı sabahlar gri sabahlara ve yalnızlığıma uyanıyorum. Eylül ile karşıladığımın sonbaharın korkunç Kasım'ından evvel en güzel Ekim'e uyanır gibi uyanıyorum. Bahçesi bakımsız, sarısı solmuş, kiremitleri kızıldan kahverengiye dönmüş tek katlı evimin girişinin 2 basamağının üstünde oturur bir elimde kısa Camel bir elimde siyah kahve ile ağaçların arasından, toprağın çitin bahçelerin ve diğer evlerin arasından uzaklara bakar otururdum Lafayette sabahları, Eylül'ün ve Ekim'in yalnızlığında. Üşümekten titreyen parmaklarımla sigara üstüne sigara yakar Garbage -Milk belki de kaçıncıkez üste çalardı.

Sabah 8 de kalktım. Normalde 50-60 km kullandığım Vespa'yı 20-30 ile Galata'dan Karaköy-Kabataç-Beşiktaş kullanırken gri içinde yol alıp Lafayette'e vardım.

Çok yalnızdım. Çok ağlar çok üşür çok içer ve yürürdüm. Kendi sesimden onlarca insan yaratmıştım. Bazen hepsini kucaklar bazen de hepsiyle küserdim.

En normal sakin ve hatta en mutlu ve huzurlu anların arasından geliyor bir an, yalnızlığımın ve sonsuz siyahgri halimin içinde buluyorum kendimi. O anın ne zaman niçin geldiğini ve nasıl bu kadar ani geldiğini beni yakalayıp sağdan sola çevirip aynanın karşısına zınk diye koyup bak şimdi kendine dediğinde ve kendime baktığımda bu lafayette sabahına nasıl geldiğimi anlayamıyorum. Toplantıda oluyor, yemekte oluyor, yolda oluyor, maçta oluyor, en patlak kahkahanın ortasında, en güzel yolculuğun başında, duşta, koşuda, orda burda her yerde aniden oluyor.

Bu sabah neden şimdi bu kadar gri?

Bilmiyorum. Ama seviyorum. Sanki bir saksıda iki ayrı yöne doğru yol alana dal gibi, her ikisinin de sulanmaya yol almaya ihtiyacı var gibi, bu sabahlara ve bu yalnızlığa benim, içimin dışımın, kafamın çok ihtiyacı var.

Saturday, September 13, 2008

Uçurtmamı almasınlar


caddebostan sahili bundan çok aylar evvel ve sanıyorum bir nisan sabahı.
Hep iki üç adım uzaklarında durup, ortaya çıkan görüntümüzü ezberlemek için, biraz da kasten oraya doğru yürütmüştüm.

Çok ağır bir gün olmasıyla beraber oldukça da güzel bir gündü. Ya ağır olur ki ağır olur genelde, ya da güzel olur. Ama ikisinin olduğu haller işte beni hep yataklara düşürenlerden.

Uzaktan aileye bakabilmek ve aynı zamanda içinde olabilmek. Saf.

Babamla çok ağladık senelerce. Çok.

Annemle çok sarıldık. Hep.

Zamanla ilgili problemim çok geniş ve şimdiki içersinde devam edip duruyor. Geçmiş o kadar belirsizliğini koruyor ki ne olduğunu hala anlayamadan sarsıntılarına düştüğüm, ben, mütamadiyen katlanmak zorunda kalıyorum toparlanmalara.

Çok özünde, öyle zamanı dondurmak durdurmak yavaşlatmak gibi bir takıntım yok esasında (her nekadar kaleme almış olsam da "kaptanınız" yazılarımda).

Dediğim gibi, derdim zamanla, ayrışımlarıyla değil esasında.

...

Babam 74 yaşında. Güzel bir yaşta. Onu en çok sevdiğim yaşta.

Monday, September 01, 2008

Huzur Dolmuş Durağı



Karaköy Cankurtaran hattı üzerinde koşarken hayal ettim. Son 10 gündür koşup durdum, hiç durmadan. Dünyaları koştum.

Sonra cumartesi geldi , Batu’m geldi. Offladık pofladık. Sıcaktan geberdik. Denize girelim mi çılgınca? He hu ? Hadi ulan. Mayoları giydik. Vespa…

Sarayburnu!

O inanılmaz akıntının olduğu Sarayburnu.

Kayalardan bıraktık kendimiz. Önce Batu, sonra ben. (Her zamanki gibi.) Öyle böyle bir akıntı değil. Ben çığlık çığlığa. Su şaşal su, buz gibi değil ama serin.

Su samurunun kafası nasıl dışarıda olur, işte öyle akıp gidiyoruz, bindik gidiyoruz. Topkapı Sarayı , Surlar, Sultanahmet, Cankurtaran. Manzaramda şilepler, surlar, Aya Sofyalar…

Paşalar albaylar var, oranın müdavimleri. Kayaların tam ortasına bi direk dikmişler, toprak getirmişler. Domates biber yetiştiriyorlar. Mangal rakı hep var.

İşte tam o direğin orada bir halat sistemi, akıntıdan kayıp gitme diye tutunuyorsun, kayalara basıp çıkıyorsun.

İlk çıkış bir anlamsızdı. Biz ne yaptık gibilerinden. Sonra mayo çıplak ayak 1 km geri yürü bi daha atla. Bi daha atla. Bi daha atla. Bi daha atla. 4 kere atladık.

İnanılmazdı. Su inanılmazdı, sarayların yanından kayıp giderklen akıntıda, hayat inanılmazdı, an inanılmazdı.….sanki İstanbul’dan uzaklaşırken mutlu ama panik, bir seslenişi ile içine çeken, son bir gayret halata tutunuyorduk. Çıkıyorduk

Durduk. Oturduk. Kayalarda. Konuşmadan. Üsküdar Kadıköy Caddebostan Erenköy Adalar Karaköy Boğaz…bir şehir baktık - bakakaldık. Onca anı onca yıl ayaklarımızın dibinden akıntı gibi hızla akıp geçerken her birine tek tek tutunmak halata asılmak geçmesin gitmesin kalakalsın diye debinmek.




Bayrak direğinin tam dibi Huzur Dolmuş Durağı….Guide Kemal’e sorduk ne bu…abi ne olacak Huzur işte baksana dedi…ee dolmuş durak…

Sarayburnundan biniyorsun dolmuşa, akıntı seni bu durakta indiriyor…İniyorsun dolmuşa biniyorsun dolmuşa sonra yeniden….

Bir şehir anısı, bu kadar sağlam olabilirdi candan dipten derinden..Batu’m ile.