Sunday, December 14, 2008

Swim right swim left



My beloved Discus Fishes in my new aquarium.

Margreth - The strapped one
Mesut - The orangewhite one
Prens - The bluegrey one
Serseri - The one one the wood that eats shit all the time
Neons - 10 of them are in there floating in (far left)

Monday, December 08, 2008

kaçıncı günde olduğumuzu unuttum. Şimdi de kaça doğru gidiyorum onu bile kestiremiyorum. Bugün bayrammış. ne bayramdan ne kadıköyden ne de karaköyden haz eder oldum ne de taptığım beyaz vapurlardan ve yolculuklarından ne de insanlarından.... Ve hatta bu şehirden kusar oldum. tam 1 ay 2 günün korkusuyla, uçurum kenarlarıyla kalp tutulması ishali titremesi göz yaşıyla bu şehir sanki kendi korkummuş gibi beni yutmaya çalışırken nefes alamadım ve aldığım zamanlar da aldığım yerde dahi duramadım. Şimdi herşey daha iyi olmasına rağmen uykusuz gecelerin ağırlığı ve sabahı beklemenin hiç de bu kadar zor olduğu bir an yaşamamışken - halbuki ne zor zannedermişim Lafayette'de ya da Arnavutköy'ün tepe evinde - şimdi ise Kısakürek'in sabahı gibi oldu sabahlar. Uykusuzluğun bu kadar kabul edilebilir olacağını yaşamak, ya da dipsiz korkunun sara sara alıştırdığına, dayanabilinir kılındığına tanık olmamıştım. Ofiste miyim evde miyim veya hangi vedeyim hiç farkına varmadan günler hızla akıyor.

bana yeni bir ben lazım.

Monday, November 17, 2008

12. gün

Koskoca bi koridor. Toplam 16 oda. Oksuren balgam tukuren inleyen oksijen aletinin tisss sesi gelen ahmed hamdi tanpinarin romanindan cikmis mücahir kogusu gibi bir yerde insani umitlendiren tek sey dakikasi yavas da olsa hep ileri giden beyaz yuvarlak duvar saati...

Hayal



Yapmam gereken tek şey vaktin geçmesini beklemek. Ne kadar zor da olsa her geçen gün daha iyi hissetmek mümkün. Gerçi her gün acaba bugün ne olacak hangi korku gelip beni saracak endişesi de bir yandan kemirmeye devam ediyor.

İnanılmaz bir çaba ile sakin ve sessiz ve dingin kalmaya çalışıyorum. Hatta her saniye bunun egzersizini yaptığım bile söyleyebilirim. Ama olmuyor. Beynim detaylarda yüz binlerce parçaya bölünmüşken bu egzersizler esasında açmadığım çekmeceleri ya da bin yıldır aklıma gelmemiş şeyleri getiriyor.

Annem çok yorgun.

Daha geçen ay 3 post aşağıda yazmışım babam çok güzel bir yaşta diye. Çok uzun bir masa hayal ediyorum güldüğümüz ailecek çok güldüğümüz bir masa.

Bir arkadaşım blogumu okumaktan nasıl bunaldığını belirtmişti çok evvel. Amma velakin zaten bloglar ilk hurra herkes okusun paylaşsından çok onca taslak ve fikir dünyası içinden çıkıp “kimse okumasın benim arka odamı” ya dönüştü. Ki bu nedenden sevgili mahkememiz kapattığında blogger’ı yazamamaktan okuyamamaktan daha çok kendi odamıza dinlendiğimiz ağladığımız güldüğümüz kendi odamıza girememeye kızmıştım.

Hayallerimden bir tanesi bu resim. Sarayburnu’nda lüfer zamanı. Balıkçılar yan yana dizilmiş oltalarını sallandırıyorlar. 2 kere çıkmış olmama rağmen eli boş dönmüştüm. Akşamüstü güneşi batarken idi bu an. İnanılmaz sessizlik içinde, benim bu aralar bir türlü olamadığım, sanki ibadet eder gibi oldukları yerde fazla kıpırdamadan…Ama belki de içleri inanılmaz kıpraş kıpraş, bin huzursuz, rast gelmezse ne kazanacak, kendine ailesine nasıl bakacak belki de it gibi huzurlu “delir İstanbul delir beni alma içine beni dalgalarımda rahat bırak ben iyiyim böyle” lerinden…

En uzun gece biter, belkiler hiç bitmez.

Saturday, November 15, 2008

10. gun


Babam uyuyor. Kite father. Tam 10 gun oldu bu pencereden istanbula bakisim.

Tek dilegim buradan bi an evvel cikabilmak.

Ben babami öldu hiç zannetmemistim o geceye kadar. O acilin önunde annem ben ve abim. Hic bitmeyecek.

Simdi.

Yogun bakim sonrasi o babaya acaba bi daga kavusabilecek miyim bilemezken 10 gun gecmis bile.

Babam. Ben.

Ben. Babam.

Gecenin karanligi odada ama disarsi dun kadar aydinlik.

Cok yorgunum.

Babam daha yorgun.

Guclu olmayi daha guclu olabilmeyi istemek.

Gidelim buradan. Bi an evvel gidelim.

Tum bu manzaraya ragmen kacip gidelim.

Friday, November 14, 2008

Banliyö



tam 10 sene sonra bindim ve tam 10 sene sonra ne trenlerin ne de bu (trenin durak tabelası bi şekil ekleyemiyorum sayfaya :( )tabelanın değişmemiş olması müthiş hoşuma gitti.

Dedem…Okuldan alır, Karaköy’den biner Haydarpaşa’da iner bi türlü saatinde kalkmaz treni (bugün bile) beklerdik. Trenin uyku getiren tıngırtısı meydan okuyan dedemin, gözlerimi açıp büyük heyecanla kulak verdiğim hikayelerini, geçmişi 30′ları 40′ları dinler bu yolculukların hiç bitmemesini isterdim…

Feneryolu’nun faytonlarını, Erenköy’ün köşklerini, Süreyyaplajı’nda nasıl denize girdiğini, Bostancı’dan öteye kurt indiğini dinler yol alırdık. Yazları, bu “neşeyolculuğu” neredeyse 2 ye katlanır, yazlığa giderken taa Çayırova/Bayramoğlu’na kadar dedemin kucağında hayata bakardım. Cevizli’den sonra anlatacak fazla birşeyi olmasa da Tuzla Tersane’sinin ve o büyük gemilerin seslendirttiği “Dede baak!” lar…

Bugünse yolculuk Erenköy’de son buldu. Değişmiş sokakların arasında hala bir iki köşke de gülerek, babaya doğru yürüdüm.

Wednesday, October 15, 2008

Bitmeye yakın sonbaharın öncüleri



Kasım yaklaşıyor. Ekimi yaşayamadım ve fazla da yaşayamayacağım maalesef - Kasım’ın içine karga tulumba. En son yaz başı amcamın karısının vefatında, Maide Halam’ın oğlu yanıma gelip (cenazeden cenazeye kuzen) ben bir şey de söylemeden nasıl geçenlerde tünelde dolaştığını dolaşırken bir saatçide saatini yaptırdığını yaptırırken dedemi adama sorduğunu adamın sen nereden tanırsın ki Muzaffer Amca’yı sonrası Engin yahu Engin sen misin diye neredeyse ağlamaklı olduğunu anlattı. Nezihe’me hala gidemediğim gibi o adama da gidip yanında çöküp dedemi sorup resmini çekip anlatıp konuşup dinleyip eyvallah çekemedim. Belki de yaşamıyor artık. Dedemi Tünel’de hatırlayan son adam hala oralarda mı acaba ya da röntgenci Satıh hala oralarda mıdırı cevaplayamadım? İz sürmek…Hiç kimsenin izini sürmedim sanıyorum bugüne kadar. Sokakların bulmak istediğim köşelerin ve evlerin (doğduğum evin, ananemin eski evinin, teyzemin Zincirlikuyu’daki köşkünün izini sürmüştüm bu şehirde.)

Bu gri şehirde.

Kendine ait öncü bulutları olan bu şehirde. Genelde Ağustos sonu Eylül başı gelen (ki bu öncü bulutları resimde bu sefer bayağı erken yakalamıştım yazın ortası) tek tek renk renk öbek öbek şehrin üstünde beliren hızlı giden bitecekmiş zannedip hiç bitmeyen öncü bulutları var bu şehrin. Çenem havada kafam yukarıda dakikalarca seyrettiğim, bazen açıkta onlarca, bazen de bir sokağın ortasında iki apartman arasından geçerken aman geçip gidecek diye heyecanlanmadığım hemen peşinden bir tanesinin diğerinin yerini aldığı bulutlar. Sanıyorum şehirde kimsenin bu bulutlardan fazla haberi yok. Sadece sonbaharın habercisi olduklarından ve esasında çokça olsa bile sayıca gaaayet ender gelip geçtiklerinden kimsenin haberi yok. Ama benim var, ve hatta öylesine var ki: her bir öncüde bu şehrin, anım olan başka başka semtlerinin hala o zaman diliminde kalmış Orhan’ı yaşattığından ve büyüttüğünden haberim var.

Sunday, October 05, 2008

son 20 gün

başla artık!

Saturday, October 04, 2008

Ekim

yılın en sevdiğim ayı
sonbaharın yalancı güzeli eylülden sonra
depresif ve ürküten anlamsiz kasimindan evvel

Friday, September 19, 2008

Gri sabahlar

Her sabah uyanıyorum. Bazı sabahlar gri sabahlara ve yalnızlığıma uyanıyorum. Eylül ile karşıladığımın sonbaharın korkunç Kasım'ından evvel en güzel Ekim'e uyanır gibi uyanıyorum. Bahçesi bakımsız, sarısı solmuş, kiremitleri kızıldan kahverengiye dönmüş tek katlı evimin girişinin 2 basamağının üstünde oturur bir elimde kısa Camel bir elimde siyah kahve ile ağaçların arasından, toprağın çitin bahçelerin ve diğer evlerin arasından uzaklara bakar otururdum Lafayette sabahları, Eylül'ün ve Ekim'in yalnızlığında. Üşümekten titreyen parmaklarımla sigara üstüne sigara yakar Garbage -Milk belki de kaçıncıkez üste çalardı.

Sabah 8 de kalktım. Normalde 50-60 km kullandığım Vespa'yı 20-30 ile Galata'dan Karaköy-Kabataç-Beşiktaş kullanırken gri içinde yol alıp Lafayette'e vardım.

Çok yalnızdım. Çok ağlar çok üşür çok içer ve yürürdüm. Kendi sesimden onlarca insan yaratmıştım. Bazen hepsini kucaklar bazen de hepsiyle küserdim.

En normal sakin ve hatta en mutlu ve huzurlu anların arasından geliyor bir an, yalnızlığımın ve sonsuz siyahgri halimin içinde buluyorum kendimi. O anın ne zaman niçin geldiğini ve nasıl bu kadar ani geldiğini beni yakalayıp sağdan sola çevirip aynanın karşısına zınk diye koyup bak şimdi kendine dediğinde ve kendime baktığımda bu lafayette sabahına nasıl geldiğimi anlayamıyorum. Toplantıda oluyor, yemekte oluyor, yolda oluyor, maçta oluyor, en patlak kahkahanın ortasında, en güzel yolculuğun başında, duşta, koşuda, orda burda her yerde aniden oluyor.

Bu sabah neden şimdi bu kadar gri?

Bilmiyorum. Ama seviyorum. Sanki bir saksıda iki ayrı yöne doğru yol alana dal gibi, her ikisinin de sulanmaya yol almaya ihtiyacı var gibi, bu sabahlara ve bu yalnızlığa benim, içimin dışımın, kafamın çok ihtiyacı var.

Saturday, September 13, 2008

Uçurtmamı almasınlar


caddebostan sahili bundan çok aylar evvel ve sanıyorum bir nisan sabahı.
Hep iki üç adım uzaklarında durup, ortaya çıkan görüntümüzü ezberlemek için, biraz da kasten oraya doğru yürütmüştüm.

Çok ağır bir gün olmasıyla beraber oldukça da güzel bir gündü. Ya ağır olur ki ağır olur genelde, ya da güzel olur. Ama ikisinin olduğu haller işte beni hep yataklara düşürenlerden.

Uzaktan aileye bakabilmek ve aynı zamanda içinde olabilmek. Saf.

Babamla çok ağladık senelerce. Çok.

Annemle çok sarıldık. Hep.

Zamanla ilgili problemim çok geniş ve şimdiki içersinde devam edip duruyor. Geçmiş o kadar belirsizliğini koruyor ki ne olduğunu hala anlayamadan sarsıntılarına düştüğüm, ben, mütamadiyen katlanmak zorunda kalıyorum toparlanmalara.

Çok özünde, öyle zamanı dondurmak durdurmak yavaşlatmak gibi bir takıntım yok esasında (her nekadar kaleme almış olsam da "kaptanınız" yazılarımda).

Dediğim gibi, derdim zamanla, ayrışımlarıyla değil esasında.

...

Babam 74 yaşında. Güzel bir yaşta. Onu en çok sevdiğim yaşta.

Monday, September 01, 2008

Huzur Dolmuş Durağı



Karaköy Cankurtaran hattı üzerinde koşarken hayal ettim. Son 10 gündür koşup durdum, hiç durmadan. Dünyaları koştum.

Sonra cumartesi geldi , Batu’m geldi. Offladık pofladık. Sıcaktan geberdik. Denize girelim mi çılgınca? He hu ? Hadi ulan. Mayoları giydik. Vespa…

Sarayburnu!

O inanılmaz akıntının olduğu Sarayburnu.

Kayalardan bıraktık kendimiz. Önce Batu, sonra ben. (Her zamanki gibi.) Öyle böyle bir akıntı değil. Ben çığlık çığlığa. Su şaşal su, buz gibi değil ama serin.

Su samurunun kafası nasıl dışarıda olur, işte öyle akıp gidiyoruz, bindik gidiyoruz. Topkapı Sarayı , Surlar, Sultanahmet, Cankurtaran. Manzaramda şilepler, surlar, Aya Sofyalar…

Paşalar albaylar var, oranın müdavimleri. Kayaların tam ortasına bi direk dikmişler, toprak getirmişler. Domates biber yetiştiriyorlar. Mangal rakı hep var.

İşte tam o direğin orada bir halat sistemi, akıntıdan kayıp gitme diye tutunuyorsun, kayalara basıp çıkıyorsun.

İlk çıkış bir anlamsızdı. Biz ne yaptık gibilerinden. Sonra mayo çıplak ayak 1 km geri yürü bi daha atla. Bi daha atla. Bi daha atla. Bi daha atla. 4 kere atladık.

İnanılmazdı. Su inanılmazdı, sarayların yanından kayıp giderklen akıntıda, hayat inanılmazdı, an inanılmazdı.….sanki İstanbul’dan uzaklaşırken mutlu ama panik, bir seslenişi ile içine çeken, son bir gayret halata tutunuyorduk. Çıkıyorduk

Durduk. Oturduk. Kayalarda. Konuşmadan. Üsküdar Kadıköy Caddebostan Erenköy Adalar Karaköy Boğaz…bir şehir baktık - bakakaldık. Onca anı onca yıl ayaklarımızın dibinden akıntı gibi hızla akıp geçerken her birine tek tek tutunmak halata asılmak geçmesin gitmesin kalakalsın diye debinmek.




Bayrak direğinin tam dibi Huzur Dolmuş Durağı….Guide Kemal’e sorduk ne bu…abi ne olacak Huzur işte baksana dedi…ee dolmuş durak…

Sarayburnundan biniyorsun dolmuşa, akıntı seni bu durakta indiriyor…İniyorsun dolmuşa biniyorsun dolmuşa sonra yeniden….

Bir şehir anısı, bu kadar sağlam olabilirdi candan dipten derinden..Batu’m ile.

Tuesday, August 12, 2008

14 Mart 2008

Yazmayı mu unuttum?
Seni mi ?
Gülmeyi mi unuttum?
Seni mi?

Çatalçeşme!
taa başından sonuna kadar
o uzun mu uzun duran sokakta kaybettim sanki.

Seni.

Halbuki ne uzun gelirdi o sokak

Şimdi tükenmişliğin kısalığında
İskeleden atlar gibi nefessiz kalmalar
Sanki hiç boy alamayacakmışım dehşeti ile
Kaçıyorum kıyıya, kıyına.

Monday, June 23, 2008

Bakta bizi hatırla...




ananem sanıyorum dayıma yazmış, dayım uzun süreler yurtdışındaydı.

el yazısına dokunuyorum...

baktıkça içinden çıkamadığım bir fotoğraf.

yıllarca dedeme baktım. Şimdi ikisi yanyana.

Ne müthiş olurdu beraber olduklarına inanmak değil bilmek.

Sunday, June 22, 2008

boy on the door


bugüne kadar çektiğim en güzel fotoğraflardan bi tanesi benim için. Enstanteneyi ayarlayana kadar canım çıkmış olsa da bir mağaranın kapkaranlık içinde kendimi çekene kadar canım çıktı gecenin karanlığında.

Mağaranın karanlığı mı yoksa aydınlık mı beni çağırıyordu gibi onlarca zırva kelimeye hiç gerek yok şimdi...

Thursday, May 29, 2008

....

Yarın bir sene olmuşken gidip gitmeme veya gidememenin korkusu içersinde ve bu sabah aynı şarkıyı çalarak aynı değil ! daha dehşet bir özlem ile yazabilmeyi sürüdürüyorum.

Ortaca'dan yol alıp giderken gördüğüm birşeyi hemen arayıp söyleyim diye elimin telefona sıçradığı gibi çoğu gün çoğu sabah çoğu akşam sanki hala varmış sanki hala yanımdaymış gibi anlık boşluklara düşüyorum.

Sessiz ve derin çok ağlıyorum. Şu an şu saniye olduğu gibi inanılmaz bir iç haykırması ile dudaklarım kapalı sanki açsam çığlık kopacak gibi çok ağlıyorum orada burada.

Geçiştirmelerin kralı oldum. Geçiştirebilmelerin müptelası oldum.

Belki yarın sabah belki pazar belki akşam belki güneş batarken gideceğim.

Belki bu sefer kasedi de dinleyip gideceğim.

Kendime işkence için değil, onu son gördüğümden beri sadece bir kez gitmiş olduğumdan değil.

Bu kadar sevmenin bu kadar sevebilmenin bu kadar özleyebilmenin bu kadar sürebilmenin gücünün kaynağını hep düşündüğümde "saflık" karşıma çıkıyor.

Güzelliklerinin sevgilerinin kokularının dokunuşlarının, önce dedemin sonra ananemin sonra ikisinin beraber belki de son kez tattığım bu SAF ilişkinin ruhumda bıraktığı izden kaynaklanıyor.

Sadece konuşur güler ve eğlenirdik. Saf. Oldukça saf.

Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fadingHiding, fading Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fading Hiding, fading

Monday, April 21, 2008

Bir yüzyıldır öylesine duran bir resim


Feriköy'deki latin mezarlığına bir dostumla beraber geçtiğimiz cumartesi uğradık. Bu hayat üzerinde yüz yüze kendi soyadından birisine rastlayabileceği tek yere tek mezar taşına bakmaya bulmaya gittik ve buldukta. Hüzünlüydü çok.

O etkilenme o konuşmalarımız benim kendi özelimde. Bu sabah iştahla yazmak istediğim mezarlığın beni ne kadar etkilediği. Rumların, almanların, fransızların harpte ölen yabancıların krikor kardeşlerin saray sekreterlerinin mezarlarıydı orada öylesine duran. 1900lerin osmanlısından ve sanki daha sonra bu toplumun nasıl bir devşirme kaynaşma defetme yıllarının arasında yürüdüm.

Koskoca mezarlıkta dolaşırken karşıma bir anda devasal bir anıt çıktı üstünde yüzlerce insanın isminin soyadının yazdığı. Tek dostu ben olan adam, yarı fransızcasıyla anıtın tepesini okuduğunda bu anıtın içinde 1870 yılınde Pera'nın yeniden yapılanmasında kazma kürek yıkılan mezarlığın taşınması ile birlikte ölenlerinde içine taşındığı yazıyordu.

Yaklaştık, yakınlaştık demirlerden içeri baktık. Yüzlerce kafatası binlerce kemik öylesine içerde yatıyorlardı. Hayatımdaki en ürperten görüntülerden bir tanesi ile karşı karşıya kaldım.

Daha fazla düşündüreni mezarlığın kimsesizler bölümü ve kimsesizleri. Ufak bir kiliseyi andıran mezarların bi tanesinden içeri girdim. Yukarda, resimdeki kişi 1903'de ölmüş ve herhalde 1903'de karısı çocuğu çerçevede resmini getirip koymuş ve 100 yıldır orada duran resimin hiçbir ziyaretçisinin olmaması belki de tüm akrabaların 1940 olaylarında ülkeden kaçışı ve geri gelmeyişi. Çok fazlaydı bunun gibi yalnız çerçeveler. Taşların üstünden çoğunun esanaf olduğunu anlamak veya saray halkını görebilmek ister istemez o karışmış istanbul halkının huzur dolu günlerine götürdü getirdi.

Belki de gereğinden fazla etkilendim.

Resim, cep telefonlarının en berbat kamerası olan Blackberry ile öğle vakti flashlı çekildi.

Friday, April 18, 2008

Erguvan



en merak ettiğim en karşısında durup hissetmeye çalıştığım nasıl ama nasıl basit ve güzel hayatları vardı ? nasıl yaşarlardıyı biraz olsun okuduğum kitaplardan anlatılanlardan da esinlenerek hisssetmeye çalışmak. Evin bahçesine bakıp en azından bir ağaç varsa "buraya salıncak yapmışardır" diyebilmek.

erguvan: hristiyanlara göre isa'nın havarilerinden birisi onu ele verip, çarmıha gerilmesine sebep olduktan sonra pişmanlık duyup kendini bu ağaca asmış. ağaç da dallarında can veren bu adamın alçaklığından dolayı utancından kıpkırmızı olmuş. o günden bu yana böyle rengarenkmiş (internet)

bu erguvanın büyüsü 2 yerde gizli...

1- bogaz hattinda o muhteşem fışkırması, yalılarda az kalmış yeşil alanlarda

2- ağaç yeşillenmeden, kupkuru dalından fışkırıyor bu çiçek, önce çiçek ! sonra yaprak !

bu fotoğrafı nikon ile esasında bir hayli de zorlanarak kumes gibi dörtgen baklava tellerin arasından çektim, hem de boğaza yakın şehrin en şehirleşmiş caddelerinin bi tanesinde, arada sıkışmış herhalde miras kavgasında paylaşılamamış hala solumaya çalışan bi binanın önunde belki de gördugum en devasal erguvan karşısında gercekten hayalperest merest biraz da donakalarak

dalip gittiğimde gene bi daha: taaa düşünemeyecek duruma gelene kadar - dedemi düşünüp - nasıl hayatın, uzun bir masadan salatalıktan domatesten poğaçadan ve çaydan ve kahkahadan ve dedenin o tertemiz gömleğinin kokusundan ve kafasındaki limon suyu sürülmüş kurşini beyaz saçlarından oluştuğunu düşündüm

Dağıldım, ofise döndüm.

Ananemin 1 senesinin dolmasına çok da az kala, dağılmayı durdurmaya bayağı da bir zorla... çaba ile gözyaşı ile cure ile placebo ile devotchka ile ve tabii sonunda rakı ile döndüm işte geriye...

Monday, April 07, 2008

ya havle ve la kuvvete illah billah aliyül azim

ya ben bu yönetim ve bu takım yüzünden akşam akşam kalp krizi geçireceğim yeter yahu
hepnize yeter yahu
delirdim ulan
bittim ulan

Sunday, April 06, 2008

Deneme



Bir gece ki !
Aldı beni rüzgar ile
Bostancı'dan dümdüz Haliç'e

Titrerken cılız ışıklar dalgalarda
İçim yansıdı sularda

Her atılan halat gibi iskele gibi
Attım kendimi Haseki'nin pek de yalnız bir bankına
Öyle pervasızca öyle danduna

Kaldım kıpırdamadım

Söndü vapurun ışıkları
Uzakta yanan bi izmarit
Yere havadan sessizce düştü kaldı

Yolcusunu beklerken o
Bekledim ben de sabahı

Öyle serseri
Öyle üşümüş
Öyle tek başına
Bir yuduma hasret
Kalakaldım sabaha

resim: Boğaz vapuru - 2008 - enstantene 3 saniye - hava soğuk - rüzgar evet var.

....

Herhangi bir resim koymadan bu yazıyı yazmak isterken aklımda da arkamda duran 10 aile albümünden hep gülümseyen resimlerinden bir tanesini alıp buraya koymak koyup bakakalmak istiyorum. Kaybedeli bir yıl oldu neredeyse ananemi, bi alttaki postu sanki inkar eder gibi geçmiyor. Boğazın üstündeki koskocaman makyaj pamukları gibi birbirinden kopuk koskocaman bemmbeyaz bulutlara bakıyorum bacaklarım çıplak balkonda üşürken. Çok özlüyorum çok fazla özlüyorum diye konuşmak istiyorum. Bir kere evine habersiz gittiğimde kırmızı telefonun yanında dedeme sanki hala hayattaymışcasına gibi yazdığı defteri bulmuştum. Okurken çok şaşırmış, 18lik delikanlının herşeye şaşırdığı gibi. 33 sene geçmesi gerekiyormuş o defter gibi konuşmama düşünmeme. Yazmama. Sanıyorum yazarken ve genelde hep pazar akşamları yazarken derisini atan bir yılan gibi başka birşeye dönüşüyorum. Kendimi yalnız yakalamamla beraber kaybetmem de aynı aynda oluyor.

Tuesday, April 01, 2008

Herşey geçiyor


şuursuzca sağdan defansa koşunca rakibin önüne girince dizi sol dizimde patlayınca pek de ince olmayan bacağım 2 katına çıkmış şişten hastaneye dörtler yanarak çatır çutur patlayan damarları (haemorrhage) hissederek yerlere kendimi bırakarak ağlayarak haykırarak çapanın koridorlarında sürününce

öleceğimi zannetmiştim.

Bacağım düzelmeye yakın motorun altında kalan parmağımı da kırınca acıdan gece ayağımı kesiyorlar diye gene ağlamıştım

fenerbahçe alması gereken maçı alınca hagi golü atamayınca ve ibneler şampiyon olunca maçkadan arnavutköye yürümüş üzüntümden dolmabahçede atatürk'ün yatağında ölmek istemiştim.

orta 2'de sınıfta kaldığımı öğrenince karaköyden kadıköye vapurun en arkasında köpüklere bakakalmış aynı vapurla tekrar geri dönmüştüm farketmeden karaköye

hayatımın en üzgün günlerinde balkonda arnavutköye bakıp ağlamaktan gözlerimde yaş kalmadığını zannetmiş aynaya koşup kontrol etmiştim

2 ay evvel sırtıma koltuktan fırlayan bir boru saplandığını zannedip boyun fıtığı korkusuyla Mr çektirmiş 2 gün kasılmış 3. gün normale dönmüştüm.

Ayaklarımı meis'e doğru yerden kesip 1ooo metre yukarida rüzgarı dinleyip içim çekilirken sanki sonsuza kadar öyle huzurlu olacağımı sanmıştım.

sonra yere inmiştim ...........sonra içki içmiştim sonra sevişmiş sonra gol olunca delirmiş sonra liseyi bitirmiş sonra avrasyaya girmiş sonra her sabah sonralara kalkmıştım, kalkıyorum.

Saturday, March 29, 2008

İnkar etme geçmişi


Almanlar faşizme karşı okullarda sadece yakın tarihi anlatıyorlarmış, 1700-1800'ler falan öyle trışkadan.

2 ay evvel Hitler'in en önemli merkezlerinden ve savaş tarihinin en önemli yerlerinden birinde hissettim bunu.

Nürnberg'de nerdeyse Naziler'in eserlerine rastlamak büyük şans. Şehirin 90%ı bombalanmış olsa da kalanları da yok etmeye çalışmışlar. Nazilerin santral olarak kullandıkları bi bina. Adler'in demir çemberini ve kendisini sökmüşler belli olmasın diye ama izi kalmış. Sanki isteseler yok edemezler onu da...

Biraz taksicileri ve garsonları yemleyince esasında hala içlerinde Hitler'e sempati ile baktıklarını da hissettim.

Taksicinin teki güzel söyledi. Karısının Adı soyadı Stephanie S. imiş. Arabasına SS çıkarmalarını yapıştırınca 1 ay sürünmüşler. neden korkuyoruz geçmişimizle bu kadar yüzleşmekten deyiverdi...

Fonmonton

bu sabah farkettim ki tam motora basıp giderken, hatta elim sesini kısmaya yöneldi ipodun, çünkü çok ta ağr bi şarkıydı böyle gri bi günde, ipod falan yoktu üstümde, ara sıra bi fon müziği başlıyor ruh halime göre...ne kadardı bu böyle merak ettim şimdi işte!

Amores perros