Tuesday, May 25, 2010

ara sira

Babam karsimda abim karsimda. 28 Mart beri o salya sumuk good bye beri nerdeyse tam 2 ay. Babayi ilk gorus. Abimle oturmuslar bile. Beyaz saclarini tutuyorum. Kelinden kocaman opuyoruz , ne kadar ozlemisim tanrim. Abim gergin belli. Ne dedi doktor? Shht pssshtlar diyari. Belli bir ameliyat daha , babam gene her zaman her zamanki durusu ile ayni "ooooh ohhh ben bombayim". Ufukta bir agustos belirdi simdi. Annemi dayimi sirasiyla aramalar. Ne balik yedim ne salata. Doluynaya ucundan siritan mehtab. Babam diyo 1946 11 yasindayim bu donen isiklar ile dusman ucaklari gozlenirdi. Sonuk bi kahkaha atiyorum. Babamin onunde kavun raki abi sssht bakislari iki yan masada genc insanlar sanki ben oarada deniz yakamoz olmus en son ciplak girdigim o aktur gecesi, annemi bi daha ariyorum dayanamadan, sanki hem dayim hem annem bagiracagira cagirmalar, abime sms "tipe bak feci yaslanmis" geri "yeter siktir git" susuyorum kan aglayan icim kusuyor , gunun sonu sanki hic bitmesin bu film boyle dersin ama biter ya, ve ben o filmin sonunda sinemalardan hep kacan giden insanlardan oldum o filmin yukari akan yazilarini hic okumadan kacan gidenlerden, "dis macununu tupun icine sokamadigin gibi, akip giden hayati geriye de alamiyorsun ki" ...ignesini cikariyor dogru gobege...nefret ettigimiz o gunler a ha bu masada simdi...ay daha da yukarda. Gozlerim sanki babama kenetleniyor dilimin kenarini isirirken alttan bi dur arrtik diyen abim! Tek eksik annem degil ananem o sugh kahkahali guzel insan. Bu pazar darmadagin olmaya yuruyecegim bu pazar gelmeden nasil bir kuvvet ile ayni masada sanki herseyi tum hayati bir cuvala sokmus basimdan bocaliyorum. Simdi ne abim ne annem ne babam tek basima bir kosede dokulen bu kelimeler yarin yok olup ben gene uzaklara baktigimda bogulurken bambaska kelimeler dolup tasip darmadagin edecek. Saniyorum uykusuz ve ac yattigim 650.gece. Masadan kalkarken babama sarilip operken kendime bi saniye olsun bakamazken vespanin ustunde sanki yapisan asfaltiyla istanbul. Beni artik yok eden sevmedigim kosup icine bilakis dusmek istemedigim istanbul. Git.

Masmaviydi sular. Ertan kaptan dumende mehmet mangali yakiyor iki fransiz 3-5 ingiliz. Minderin ustune uzanmis yelkene gokyuzune bakarken sularin ustunde olduguma inanmamistim. Yellow caliyor basimi sola suyun ucsuz bucaksiz uzaklastigi yere bakiyor agliyordum 8 sene evvel?

Peki simdi bu sehirde bu ucu bucagi don dolas ayni sokaklar olmus sehirde nicin hala ayni 8 sene evvel gibi en mutlu animda aglarken, en mutsuz animda o gunu ezercesine agliyorum.

Sunday, May 23, 2010




Bugün Vespam ile Beşiktaş'tan denize atladım. Çok uzun bir yol gidip çok uzun sular geçip hep gördüğüm ama bir türlü gidemediğim kıyıya vardırm. Beyaz saçlı beyaz şapkalı ve kısa yırtık shortuyla mavi kayığı zımparalayan adam beni karşıladı. Çok uzun biryoldan geldiğimi anlamış bir şekilde hemen bir sandalye getirdi. Etiketsiz bir şişe cam bir bardak güneş batmaya yakın oturduk konuşmaya başladık.

Tekneyi maviye boyuyor kenarlarını beyaz en arkada ismi teknenin gene beyaz küçük harflerle "está lloviendo" yazıyordu, teknenin ortası parampaça dikkatli bakınca hatta içinde kumdan cosçuş çıkmış otları görebiliyorudum.

- Ne demek está lloviendo?
- Yağmur yağıyor demek
- Ama burada yağmur yağar mı ki hep güneşli burası
- Yağmasın yağmasına gerek yok teknemi kullanırken yağmura doğru yol alır ben, o gelmese de ben ona giderim
- Ama teknen paramparça baksana içine nasıl yol alırsın ki bunla?
- Yol almam önemli değil gözlerimi kapatınca da dalgaların üstündeyim
- Peki paramparça teknen hala niye boyuyorsun ki madem biryere gidemeyeceksin madem gözlerini kapatınca istediğin yere gidiyorsun o zaman bunca uğraş niye
- Hayal etmen yetmez hayallerini parlatacaksın ki sana gelsinler, yoksa terkederler, tek başına kalırsın, hayal edecek hiçbirşeyin kalmaz.

Saturday, May 22, 2010



A thousand wasted hours a day
Just to feel my heart for a second
A thousand hours just thrown away
Just to feel my heart for a second

For how much longer can I howl into this wind?

sanıyorum en sevdiğim ve en melankolik Robert Smith sesi - A thousand hours

super soğuk ve super gri bir cumartesi yazmaya tekrar aşık olduğum bir cumartesi

kendimi yormanın dehşetini düşündüm biraz evvel dedem ananem babam üçlemesinde son senelerin en ağır taşlarının altında kalıp kalmadığımı düşündüm yol kenarlarında uykularımda ofiste motorda ara sıra ağlayarak kullandığım motorda ben hiçbir zaman üzgün mutsuz melankolik olmayı seçmedim. Hiçbir zaman belki de! Burada kasım diye korku dolu diye yazdığım aylar yok baktığım binalar şehirler korku veren sokaklar yok gelip giden ruh halleri kontroller kontrolsüzlükler yok

Herşeyin ortasında ben tek başıma kimseye yakın durmadan tek başıma ben varım.

Kendi kendimi korkutmuyor kendimi ne kasım ne kaybetme ne haftaya pazar ne de bir başka şey gelip höghhh deyip korkutuyor.

Kayalardan atlayamazdım Bayramoğlu'nda. Sedef Adası'nda dayım ve Alper abi beni altokka yosunlara salladığında korkudan parçalanırken esasında yosundan da korkmuyordum o saniye.

Ben dupduru sularda en sessiz ve güneşli sokakta bile nedensiz sebepsiz korkuyorum. Ahmetçe'de o en uzun kumsallda dizlerimi geçmeyen suda bile korkuyordum.

Kaç kere gittim doktora kaç kan tahlilleri kaç beyin MRları kaç eko kaç emg kaç mide? Doktorların hepsini şimdi karşıma alıp o sonuçlarda göremedikleri şeyi onlara göstermek istiyorum. Hepsiyle el sıkışıp anlaştık mı anladınız mı niye şimdi size koşarak geldiğimi demek istiyorum.

Friday, May 21, 2010

Koşayaza



dün dedemleydim. ,

Dün akşam saat 20:00'da dedem yanımda oturuyordu. Mavi poplin gömleği, klasik deri kayışlı saati bembeyaz saçları elleri ve ellerinin damarları dedem dün gece yanımda oturuyordu ve yemin ederim dedem yanımda oturuyordu.

....

Merak ettiğim eski evlerin eski pencerelerin arkalarında kimler ne zaman ne yaşardı, kimler nasıl sevişti kimler nasıl ağladı kimler nasıl kahkahalar attı. Merak ediyorum derken geçtiğim herşeyin yanından geçerken olduğu gibi esasında merak ediyorum diye şurada yazsam da

geçerken yanlarından değil içlerinden geçiyorum, mutfaklarını görüyorum o camın her sabah erken açılışını rüzgarın salonu doldurduğunu pişen kahveyi kapının önündeki ayakkabıları görebiliyorum.

Bir köprüden geçerken altındaki suya vuran gölgesini gölgesinde dinlenen sandalı görebiliyorum.

Ne yöne gideceğini sanki bilmiyormuş sanki havada sıkışmış kalmış herşeyini kaybetmiş martıyı tüm martıların arasında seçebiliyorum. Onunla konuşabiliyor onunla beraber uçabiliyorum.

Masmavi bomboş upuzak gökyüzüne çok dikkatli bakarsam aynı gökyüzünün binlerce mil uzaktaki altını altındaki çimeni çimenin üzerindeki tek bir ağacı ağacın altındaki bisikleti görebiliyorum.

Gözlerim her kahve bardağının içine düştüğünde hayallerimi görebiliyorum.

Basit yeşil plastik bir kalemin ucundan içine girip mürekkebinin içinde duran harfleri biraz sonra birleşecek şiirler olacak kelimeleri cümleleri görebiliyorum.

Bir bankanın önünden geçerken içindeki kasayı kasanın içindeki hesabımı hesabın içindeki paraları paraların esasında bir 20 sene daha yetip yetmeyeceğini değil de o hesaptan 20 sene sonra paramı çekerken ki endişelerimi görebiliyorum.

Çalışma odamın hep kapalı beyaz perdelerinden arkasında: bir üstüne çıkıp gitsen gidebileceğin uçsuz bucaksız denizi masmavi ama masvavi suyu suyun üstündeki rüzgarı tuzu hissedebiliyor biraz uzun bakarsam dudaklarımın yandığını gözlerimin kamaştığını hissediyorum.

Neden maviyi ve beyazı hep ama hep severken en çok siyahı tercih ediyorum bilmiyorum, siyaha savunuyorum sanıyorum ama esasında siyahı hiç ama hiç sevmiyorum. Belki de tüm siyahlarımdan sıyrılmam kurtulmam lazım. Siyahın içinden bakamıyorum, bir yere gidemiyorum, geceyi siyah değil lacivert gördüğümden en uzak karanlık köşede kendime bir yer bulurken siyah bir tshirtün ne kolundan ne de yakasından girebiliyorum. Belki de tüm bu görebilme dediğim beni yoran yolda yürürken kaldırımlarda sakin ve sadece sakin yürümeme engel olan kediyle köpekle çocukla babayla anneyle kadınla ağaçla arabayla bir tabelayla bir boş şişe ile yerde duran bir nefes yetmemiş yarım izmarit ile bir veya iki beki de üç dört vitrinde kendime bakarken binaların merdiven girişlerinde kafayı sıyırırken upuzun bir yolun sonunda sağa dönünce olması gerekeni görebilmemden o kadar yoruluyorum ki belki de siyahı bu yorgunluğuma bir dur demesi için tercih ediyorum.

Tüm bu detayda kafamı patlatmanın kendime kurtuluş diye bakabilme zorluğunda bana oynadığı güzel bir süprizi de var. Aynı dün gece dedemi yanımda nasıl gerçekten ve gerçekten görebildiysem çok sık olmasa da o baktığım duvarların içinden geçip mutfakları görmekle kalmayıp esasında hayale son verip içeri girebiliyorum. Dün düşündüğüm bir pencerinin kenarını ertesi gün önümde buluyor bu sefer yolda yürüyen insanlara bakabiliyorum.

Hiçbiryere ait değilim.

Hiçbiryere ait olmadım.

Sonbahardı, Eylül 1992'ydi, Ayten Teyze'nin balkonunda ayaklarımızı demire uzatmış yazın bittiğini herşeyle bittiğini havadaki bahçedeki herşeyden hissediyorduk. Hiçbirşey konuşmadan dakikalarca oturup uzağa bakıyorduk. Hayatın en mutsuz kadınlarından biri olarak bu mutsuzluğunu bu korkunç mutsuzluğunu bana 18 sene sonra geçen yaz gözlerinden yaşlar gelerek 70 yaşında feneryolu'nda itiraf etmişti. 50 senelik hüznünü 50 senelik mutsuzluğunu siktiriboktan bir cafenin siktiriboktan sandalyesinde sadece iki cümleyle anlatmıştı. 18 sene evvelki o sonbahar hüznünü sanki aynı bahçenin aynı havuz kenarında oturur gibi hissetmiştim o an. Hiçbirşey bu kadar üzücü olmamalı hiçbir kadın bu kadar üzgün olmamalı diye ağlamaya başlamıştım.

Ayten Teyze ile Çayırova cam fabrikasının upuzun bacasından çıkan dumanlara bakıp öyle dakikalarca sessiz otururken sanki ben 20 yaşımda değil 18 sene sonraki o kadının mutsuzluğuna sahipken Ayten Teyze hiçbirşeyin ortasından bana çıkıp "you have sad eyes, you have incredible sad eyes don't let them ever ever ever control you" demişti Texas aksanıyla. Gülmeye başlamıştım. Anlamadan savuşturmalar diyarına geçip taa evet o yaşta savuşturmayı iyi beceren biri olarak kaçamak gülmelerle ne diyorsunuz siz falanlarla hiçbir cevap da alamayacağımı bilip kalkmışmıydım oturmaya devam mı etmiştim bilmiyorum.

18 sene geçti.

Hiçbir zaman hiçbir yerde hiçbir kimseye ait olmadım.

Kendime ait de olmadım, o korkunç kapı eşiğinde West Lafayette' gecesinin buz gibi gecesinde kalkıp sigarayı yakıp Bouluvard of Broken Hearts ve Jack ile tanışmama 30 dakika kala tellerin arkasındaki ormandan kafamı siyah karanlık gökyüzüne kuru ayaza dolunaya ve sessizliğe kaldırmıştım. Sanıyorum o gün o yerde gözlerim siyahi mavi lacivert turuncu görüp bu sonsuz "oyun" başladı.

Haftaya pazara tam 8 gün kaldı.

Şimdi o güne kadar sakin kaldığımı zannedip sakin ve gayet sakin yolda yürümeye çalışıp itmeye çalışıp saniyesinde itemeyip kapı pencere avlu içlerinden geçip içlerine çıkacağım.

Çok gri bir cumartesi.

Koşarak yazdığım bu satırları geriye dönüp hiçbir zaman okumayabilirim. Burada yazdığım çoğu yazıyı bir daha hiç okumadım.

Yazı bittiğinde tüm bu yazıdaki insan yok oluyor ve sanki hiçbirşey olmamış gibi kahvesini yudumluyor gözleri kahvenin içine düşüyor kendisini tekrar yeniden görüyor ve tekrar camın arkasından tekrar ve tekrar tekneden tekneye atlayıp çekip gidiyor.

Dün akşam dedem yanımda oturdu ve bu yazdıklarımın hepsini orada o saniye yazmış bitirmiştim - esasında - ama tutamadığım herşey gibi koşarak buraya gelmiş kaybedeceğim korkusuyla yazdım.

Şimdi gene.

------------
"Those who are dead are not dead
They're just living my head
And since I fell for that spell
I am living there as well, oh"

Sunday, May 16, 2010

Viva la Riva





Hiç uyuyamadım dün akşam ya da kuş gibi uyuduğum bu aylarda sabah 7 de kalktım.
2 haftadır "korkudan" koşamamış
makarnaya abanmış
ve viva
Viva la Riva

10K

yemyeşil
gümgüneş
sımsıcak

ayakta Mizuno'lar


kalp sayaç bir türlü tutmadı
bir 180
bir 190
arkasından 160

tuttuğu da gene olmadı son zamanlarda

göbeğime indirdim

ilk 6 K Emin ile yanyana

sonra belki de ilk defa koşmaya başladım

sonra da belki ilk defa yarışmaya başladım

53 dakka 36 saniye

oh yeah it's a record

it's a personal record!

şu aşağıdaki postumu yazmadan evvel 8 saat evvel

sanki yazıları yazan ben koşan ben değil
sanki koşan ben yazıları yazan ben değil

for the sake of a record :) 53 dakika 36 saniye !

10K

Ertan'ım


Geçen hafta aldığım Johnnie Walker'ı yarılıyoruz. Ertan sigara diye tutturuyor. Para yok parayı bırak 1 kuruş yok. Sokakta Yufka'ya giriyorum. Ohh abi naber ton balıklı mı gene - abi sen bana iki sigara ver yeter. Ertan'ı kurtarıyorum.

Soyunuyorum, donum kıçımdan düşüyor, suratım bin parçaya bölünmüş, boynumdan salona düşüyor. Gene daha ne konuşalım bakışları. Ah be orhan şu halime bir bak ve sus ve sus!

Ah be Ertan şu içime bak ve nasıl sus!

Yataktan kalkıyor. Radio Eksen...Chris İsaac Blue Motel ama farklı bir versiyonu, şarkı devam ederken kız acı içersinde çığlıklar koparıyor.

- Ara Oraaan araaa
- OK
- Alo Radyo Eksen
- Evet
- Bu hangi versiyon bu çığlıklı olan
- Arkadaş dat yayın da ben bilemiyorum ben spor servisindenim

bulamıyoruz.

Elimde yarım bardak viski kıçımda don düşmüş sikim dışarda götüm tabak dans ediyorum ertan anırıyor.

- Otur
- He
- Otur bak sana ne yapacağım

Mavi bir çarşafı bodrum katının ara oda boşluğuna asmış toz moz girmesin diye.

Işığı arkadan açtı gölge oyunu bak bu gölge oyunu bu hepimizin biz olmayan bizlerin gölge oyunu (bağırıyor hayvan gibi) elinde değneği havaya kaldırıyor bir kahkaha bir tarrrrrrrr tarrrrrrrr alın alın tarrrrr tarrrr


"insan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur

Hayatı bu, silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur"

perdenin arkasından çıkıyor acı içinde yatağa atıyor kendini içerde 6 yumurta pişiyor cam açık iki çingenenin camlardan para isteyen iki çingenenin bacakları ve akordeyon sesliri sokaklaği inletiyor.

O acı seslerden bile aşağıdayız. Bir yudum daha. Bir yudum daha. Donumu yukarı çekiyorum.

Yanına oturuyorum.

Daha kötüsü olmayacak sana.

Daha kötüsü olmayacak bana. (mAx - Landscape with a figure)

Sessiz ve içerden ve ince ince 2003 temmuzun'dan beri hong kong hariç her ama her gece gün öğlen konuştum ertan'ımla. 7 sene belki 5000 kere. Saniyeler yil olmuş içimi kaplamış her geçen sene sanki acısı daha da bana işler gibi.

"Gitme" dedim bir sabah. Benden erken gitme, konuşamamaya kul etme beni sessizliğe kör etme dedim. Güldü. Şu halime bak be oranım koca benden ne kaldı ki gitmesin...

orda johnnie walker, şimdi evde talisker

"Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur"

atletle yürüdüm bu mayıs pazarı
öylesine yürüdüm sağ bacağım sarılı
öylesine yürüdüm yokuş aşağı

kocaman bir adam
kocaman gözleriyle bana baktı
kocaman elleriyle yanaklarımı avuçladı
susmalısın artık
beynin susmalı
bunlar susmalı
sen susmalısın
vespa'na atlamalısın
sen susmalısın
en son sen ağlamalısın

(on the nature of daylight - max)

sebze pişirdi iki çikolata yedi son yudumu çektim

çektim gittim.

Sunday, May 02, 2010

Bugün Bostancı'da dedemin saka kuşunu aldığı kuş dükkanın önünden geçtim ve hala açıktı. "Kanaryam Kuş Cenneti" Sanıyorum 10 yaşındaydım ve 28 sene evveldi. Hayretle 28 sene o küçük kuytu köşede nasıl ayakta kalabildiğine şaşırdım ve pramparça bir şekilde duramadan yanından geçtim gittim. Herhalde dedemi tanımazlardı içerde herhalde oğlu ya da kızıydı dedemi tanıyanın.

Mayıs Batuhan'In doğum günü ile başlıyor annemim doğum günü ile ortada buluşup ananemin hüznü ile bitiyor.

Seneler geçtikçe aylara yaşadıklarımın hüzünleri ile beden biçiyorum. Kimi kısa kimi geniş kimi dar kimi tam benim bu dediğim aylar sene sene bedenden bedene girip beni allak bullak ediyor.

Sanki sabahtan beri pazarın bu akşam saatini bu bloga koşup gelip yazmakiçin bekliyorum.

7 sene üst üste kaşa gitiştim. Birinde çok ama çok üzgün birinde çok ama çok mutlu birinde 1500 metreden paraşütle atlamış abim arkamda sakin atlayım diye tüttürdüğüm ot beynimde rüzgarsa hiç olmadığı kadar ensemde kulağımdaydı.

Masmavi denize 40 dakika süzülmüştüm.

Yere indiğimde ayaklarım titriyor işte bu benim deyip hayatımın en mutlu saniyesinde kalbimi tutamıyordum.

Tam 3 sene oldu Kaş'a gitmeyeli.

Tam 27 gün var ananeme ve dedeme gideceğim. Bu sefer hiç zorlamadan hiç korkmadan kulağımda ipod ile gayet sakin gideceğim.

Günlerdir yorrgunum sanki günlerdir bedenden çıkıp başka bedene giren aylar beni terk ediyor. Sanki Haziran'In artık ne olacağını Temmuz'un nasıl geçeceğini Ağustos Eylül ve ohh Kasım'ın beni nasıl kucaklayacağını hiç bilmeden ama hiç de umursamadan ilerliyorum.

Bir adaya gitsem aylar günler belli olmasa. Kasım hiç olmasa.

Bu aralar her sabah kulaklarım tıkanmış kalkıyorum.
Bu aralar her sabah tuvalette uyuya kalıyorum.

Dayım annem babam Dilek bugün bir masada bir uzun ama 4 kişilik masada oturdular.

ben de sanki yanlarında yanımda eskisi gibi poplin gömlekli dedem mis kokulu ananem kuzen Murat abi Ömer Aliş Teyem Zühat eniştem, Şevket Mine sanki hep beraberdik.

Bir telefondan bir gelen kahkahadan oraya gidebilmek.

Yarın pazartesi.

Yarın yorgun.

Daha başından yorgun.

Gitmiş olduğum her yere ama her yere tekrar gitmeliyim.

Herşeye ama herşeye tekrar yeniden başlamalıyım.