Sunday, February 28, 2010

...

driving Vespa, bench press 40kg, hairy chest,allergies in the morning, shoe size: 43,5 and growing, steak always well-done, can turn tongue 360 degrees.

that's my info line in 2005

2010:

still driving vespa, bench press 30 kg, trimmed chest, allergies allergies always allergies, shoe size: 44,5, and i think it stopped growing, steak still always well done and still can turn tongue 360 degrees


o kadar inanırdım ki bir gün astronot olacağıma.

Sayfalarca siyah beyaz kağıtlara ay üzerinde gemim, gemiden inen ben, ay yürüyüşlerim.

Annemin bağırışları arasında gardrobun üstünden, havada asılı kalacağıma, bir gün elbet havada asılı kalacağıma inanarak yatağa atlamam, yatağın ara tahtalarını kırmam.

Bostancı'da UFO görmem. (Ey yukardaki sen biliyorsun ki doğruydu biliyorsun ki gördüğümüz şey gerçekti, ben gördüm, o yanan bembeyaz ışıkları söndükten sonra koşarak balkona çıkışımız annemin sarkma deyişi o yeşil o kırmızı ışıklar)

Patlayan uzay mekiğine saatlerce ağlamış, sonrası her kalkan fırlayan mekikleri ağzım açık seyredim içinde olduğumu hayal ederdim.

Her uçağa binişim mutlaka cam kenarı olmalı mutlaka buz gibi cama alnımı dayayıp uçağın içindeki ışığı yok edip uzaklarda bana göz kırpıcak gezegenlere ve cisimlere bakardım/bakarım.

Nasıl büyük bir hayal kırıklığı ki hala ve hala uzay araştırmalarının şu bilindik çok da tanıdık resmin versiyon after versiyondan başka birşey sunmaması.

Mars - bunce sene sonra paraşütle fırlatılan legolar.

Çok üzülüyorum sanki ömrüm yetmeyecek ve görmem gerekenleri göremeyeceğim.

19K


Bir okul çıkışı ananemin evine tek başıma gitmiştim. Anahtarla içeri bambaşka amaçlarla girmiş, çıkmaya yakın telefonunun yanında bir deftere denk gelmiştim.

Dedemi kaybedeli 1 yıl olmuştu.

19 yaşındaydım.

Ananem dedeme defter tutuyordu. Sayfalarını çevirip okumak istemiştim, titremem ağlamam engel olmuş; defteri çekmeceye, hırsızın vicdan azabıyla, koyup evden kaçmıştım.

Çevirdiğim 2-3 sayfasında dedem ananemle konuşuyordu.

Muzom, Muzaffer'ciğim, Muzaffer Bey gibi farklı isimlerle hitap edip dedem sonrası hayatını her gün kaleme alıyordu.

O defteri, bekledim hep, ananemim ölümünü taa o yaştan beri sadece o defter için bekledim. Hiç sormadım soramadım.

Sanki ananemim ölmesinden sonra bana açılacak yeni bir tünel gibi bekleyip durdum.

6 Aralık 1990'da dedem sonrası, 18 yaşındayken, tam 18 sene sonra ananemi kaybettim.

7-8 ay defter aklıma gelmedi. Gelemedi ama geldiği zamanda sanki tüm o atılanlar saklananlar sağa sola kaldırılanlar arasında kayboldu paniği ile Erenköy'e koşup anneme sordum. Annem ağlayarak bana uzattı.

Sanıyorum 2 sene oldu defteri alalı, kütüphaneye durduğu yere sabah akşam bakış atıp, "bir başka zamana" deyip durdum.

Nedense yalnız olmak ertesi gün iş olmaması bir şişe Jack devirmek ağlamak kimsenin dur diyemeyeceği bir zamanı bekledim.

Çok oldu öyle zamanlar.

Çok denedim yapamadım.

Şimdi de Jack yanımda, A Time to be Small çalarken defter yanımda sayfaları açık bana bakıyor.

Okumuyorum.

Belli ki okumayacağım.

İlk sayfasında 1943 (Dedemle tanıştıkları yıl)

ikinci sayfasında "Hayatım" yazıyor.

Dedem ölmüştü.

Dedem yoktu.

Dedem gitmişti.

Ananem kabul etmemişti.

Yokluğun içinde, onsuzluğun ve özlemin ve acının içinde boğuşurken dedemi öldürmemişti yok etmemişti.

Bu yüzden de defterde, sanki, dedem akşam poplin gömleğiyle çıkıp gelicekmişcesine yazmıştı.

Dayımdan bahsetti (bakabildiğim sayfalarda) Fügen'den torunlardan bahsetti.

Anannem imkansızlığın içinde sevgisine yaslanıp dedemi yaşatıyordu.

Şimdi bunu, o hastane odasında ananemin elimi tutup gözlerimin içine bakıp "ölmek istemiyorum" diye yalvarmasından anlıyorum. Dedemi bırakacağını zannediyordu.

Dedem yaşıyordu.

Bu yüzden ölmekten gitmekten korkuyordu.

Ananem imkansızı gerçek yapmıştı.

Ananem çok şahaser bir kadındı.

Sabah yola Galata'da bunla başladım. Ortaköy-Bebek-Emirgan-İstinye-Dön bebek-Arnavutköy

19K.

Aklımda ananem, Ortaköy'den çıkıp Kuruçeşme'de suyun yanına vardığımda şehre baktım gipgri, sanki firardaydım.

Aklımda Emin ile sonsuz koşularımız, Emin ile suya girdiğimiz yerler sanki başka bir şehirmişcesine soğuk, renksiz ve katı duruşlarıya ordalardı.

Evden nereye gideceğimi bilmediğindem anahtarsız cüzdansız çıkıp istinyeyi tercih etmiş, son durakta nefessiz abime fırlamış duş sessizlik ve o Arnavutköy'ün değişmeyen görüntüsü.

Picasso olsam harika bir tablo çıkaracağım o görüntü.

19K, sanıyorum gerçekten hedefsizim artık.

Yoruldum.

Ve sanıyorum kendi kendimi içine çektiğim bu oyunda dizlerim yoruldu.

Monday, February 22, 2010

Niye şimdi?

sabah maraton, triathloncu ortepedistim ile 25 dakka laklak ile araya sıkıştırılan 4-5 soru sonrası fazla zorlama mesafeyi kısalt ve çarşamba gel bi bakim aşiline diye kapattık.

Tak ediyor bazen insanın içinde birşey, benim çok ediyor. Göz kararması gibi patlamayla gelen bi yeterleme

Erken çıktım, eve geldim, bu sefer Pandaloop Running, saat, ayakkabı, dryfit giymedim uzun kollu penye giydim sırılsıklamığı tersine hissedim diye.

18:55 Galata

Karaköy-Galata Köprüsü-Sarayburnu-Ayasofya-Cankurtaran-Yenikapı - 7K

Yenikapı'Yı geçince bi hayli karanlık bir parkta 2 köpek saldırırken gerçekten inanılmaz korku dolu saniyeler

2-3 ayyaşın laf atması

Telefon yok ölsem kimlik yok

Aynı yolu geri dön (thanks to bisoubelle too)

Galata 14K

Devam ettim , kızgınlığımla umursamazlığımla ve iyi hissetmemle devam ettim

Fındıklı-Kabataş-geri dön-Galata

18,5 K

Şimdi buzdolabına kalkarken kaskatı kesilmiş aşil

Çok da umurumda değil mi sanki bilemedim.

Yarın dinleneceğim, çarşamba doktor ve ok derse gideceğim.


In the other world that spins around undone
And I don't know where I am...

Wednesday, February 17, 2010

Nezihe

2. Nezihe, pamuk saçlı Nezihe

artık Nezihem'in yanındasın. Rahat uyuyun, güzel uyuyun, "güzel" insanlar kuşlar gibi tek tek düşerken...her düşüşte kopan bir parça düşüp içimi paramparça ediyor

Seninle her oturuşumda Nezihem'e baktım, sarılamadım Nezihem'e, sarılmaktan korktum, dokunamadım Nezihem'e, dokunmaktan korktum.

İçimde seni yaşatırken onu da yaşattım.

Her adını duyduğumda, adını duydum. Zaman zaman keşke konuşsan da benle keşke seninle konuşurken senin içinden onunla konuşsam dedim.

Şimdi rahat uyu, benim için Nezihem'e de sarıl öp onu, seni öptüğüm gibi.

Çakar gibi geliyor haber, geliyor, duruyorsun anlıyorsun,

Duruyorsun anlamıyorsun, canın bir saniye acıyor sonra ten, koku, ses, gülücük, sarılma, dizlerin dibinde oturma, endişelenen ama arkasından kahkahalar atılan günler sağdan soldan yağıyor kalbine

Göz yaşları ayrılış için ağlamıyor
Can uzaklık için acımıyor

"Loosing sense of senses"

Bir kez dahanın bir an bile olsa bir daha kavuşamamanın keşkelerine ağlıyor

Dün şimdi değil...

"from me and you there're worlds to part
with aching looks and breaking hearts...


Taş, koskocaman bir taş kalbimde saklı Nezoş
Sen soktun sen kaldın orada

Güzel kadın güzel insan Nezihe
Güzel kadın güzel insan Nezihem

Rahat uyuyun güzel uyuyun

18/02/2010

Sunday, February 07, 2010

Lower Gwynedd





İlk kez “düzgün” koşmaya Philadelphia’nın Lower Gwynedd denen mütavazi mi mütavazi sesiz mi sessiz köyünde başlamış inanılmaz güzel bir asfalt yoldan koskoca bir dağın eteğine doğru yaklaşır ormanı da karşıma alıp bekler, korkunun gelmesini bekler, deliler gibi bağırıp geri dönerdim.

Bazen İstanbuuuuullll bazen Ahmeeeettt bazen bir çığlık bazen anlamsız bir yeaaaah bazen de anneme bazen de babama bazen de sadece cimboooom diye bağırır geri dönerdim.

Sonra okulda koşmaya başlamış, üstüne bir yaz Viyana’da staj sırasında nefis bir orman/park’ın içinde devam etmiştim. Herhalde o Viyana sonrası katılsam bir 40K bitirebilirdim.

Amerika dönüşü 6'sı üstüste 7 Avrasya 15K, 1 Nike gece koşusu 10K, iki Riva yol koşusu 10K ve geçen sene ilk 21,5K Runtalya.

En müthiş koşu 2009 Tel Aviv 10K, kendi koşum.

En komik koşum Sarayburnu ve Arnavutköy ve Emirgan'dan suya atlamalı (EMin Özgür ile)

En enteresan koşum Hong Kong 5K - kendi koşum.

En rutin koşum Rumeli Hisarı – Ortaköy 10K - Emin Özgür ile omuz omuza defalarca

En melankolik koşum Sarayburnu-Çemberlitaş-Sultanhmet-Karaköy 10K

En yeni koşum Hyde Park – 10K

En sıkıcı koşularım bilimum K’lar bilimum spor salonları.

Her koşuda kaslarımın, dizlerimin, sırtımın ve kalbimin üzerine verdiğim ağırlık kadar ruhuma beynime de verdiğim ağırlık mesafe arttıkça artıyor bazen kaldırmayacağım boyutlara gelip sanki bir lif nasıl atacaksa; işte öyle aynen ! tak diye ! ruhum da ortadan atacakmış gibi oluyor. O dayanılmaz acıda varınca hemen ipod'dan daha dandun bir şarkıya geçip duygu eşiğimi aşağıya çekmeye çalışıyorum. Ve başarıyorum da

(Mesela o saniye Kyoto Song’u dinlesem herhalde kalırım oracıkta.)

Nedenini önce bambaşka şeylere taşıdım, neden bu kadar gerildiğimin neden bu kadar yalnız koşunca korktuğumu neden kaslarım mesafe uzadıkça alışsa bile ruhumun alışamadığını? Önce şehire verdim (ki burada da yazdım) nedenleri, şehrin her semtini hissederek yaşadığım şehrin boğaz kenarı görüntüsü ve veya ara sokakları, elimin altından geçip giderken hayat, zamanın oynadığı berbat oyuna.

Sonra HK sonra Tel Aviv her yerde benimle geldi o acı, hatta geldiği km bile belli ediyor diyebilirim kendini, başlangıçta mutlaka.

Bazen “kolay gelsinler” ile “hi there”ler ile ufak saçma sorularla başkalarına takılmaya çalışmış, başarılı olmuş rahatlamış başarısız olmuş ipod'da şarkı atlamış oldum

Thousand voices whispering thru

Şimdi bu odada, in the Hanging Garden, geriye dönüp bak, bak ve gör esasında hep yalnızken koşulara başladığını ta o Lower Gwynedd’deki sabah gibi korkuyla adım attığını, o orman yolunda senden başka kimse yokken nasıl korktuğunu nasıl yanına birini istediğini nasıl esasında özlemden değil korkundan bağırdığını, nasıl her koşunun geriye doğrusunu daha da hızlı koştuğunu – first color is the first kiss - nasıl bitirdiğinde hep korkunun da geçtiğinine bak

o kapı gibi duruşunun arkasında, savuşturmalarla nefes aldığını, o mutlu ve çocuksu akşam uykularına geçişte veya sabah ironman gibi kalktığında hep bir savuşturma içersinde olduğunu, savuşturmaların kralı olduğunu, nasıl hep geçmişi istediğini nasıl ileriye doğru değil hep geriye doğru HK’dan başlayıp Tel Aviv’den Hyde Park’a oradan Philly’e geri gidip o ormana dalıp başlangıç noktasında durup esasında hiç başlamamayı bi yapabilsen be koca sen…

It's a timetrap, it's a zeitgeist.

12,5K


Sabah 7:30'da kalkmaya kurduğum hale 7'de kalktım. Hayvan gibi yağmur yağıyor, kalkıp kalkmamakla, acaba gelir mi gelmez eker mi ile kalkıyorum; önce Muarrem’i azat ediyorum sms ile. Saat, kalp bantı, pacer, şapka, eldiven, ipod, muz, ciklet, havlu: extra tshirt rutinin dışındakileri alıp çıkıyorum.

Çıkar çıkmaz sanki yağmur daha da şiddetleniyor.

Etiler’den yeni ve ilk defa beraber koşacağım partner Semih ile buluşmaca.

Yol alıyoruz. Yağmur daha da bastırıyor sanki gitme der gibi.

Park ediyoruz, ısınmaya vakit yok, arabada eldivenler ve şapka takılıyor, saate basıyorum, tam parkın oradan koşmaya başlıyoruz, tedirginim ve...“abi çişim geldi” "bir izin ver" ile irkiliyorum.

İçeri giriyor, sağnak, ya koşmam ya girmem lazım, giriyorum.

Aynı adam sağda aynı adam solda şömine yanmıyor ama orada TV bağırmıyor ama ortada UFO'lar tek tek kıpkırmızı yanıyor, masalar bomboş, masanın yanına gidiyorum, camdan dışarı aynı yere bakıyorum. Aynı tepeye aynı yeşile aynı kızıla...

Zeitgeist.

Şu bloguma ya da her ne ise burası kaç kere zamanın benim için ne kadar kötü işlediğini yazdım hep .

Semih çıkıyor, her yer çamur her yer ıslak her yer sessiz.

İlk tur rahat, rahat çünkü konuşuyoruz.

İkinci tur her kalan km’de daha az konuşuyoruz daha az konuştukça daha çok korkuyorum. Bitecek mi ? Ya da bu sefer son kez koşsam hayatımda evet şimdi burada 15 35 45 kaç?

Şortum sırılsıklam yapışmış , saçlarıma çamur sıçrıyor.

Son 500, ve 12, “hadi 15 yapalım yapmam lazım lütfen” "yapma oranım haftaya yapalım”

Bari 13e gidim diye asfalta atıyorum kendimi Semih arabaya gidiyor, kimileri tersime, jigsaw falling into place, yoldan çıkıyorum, vazgeçiyorum 12,5K duruyorum ellerim dizimde dizlerim buz kesmiş kıpkırmızı

Whatever makes me happy
Whatever I want

Wednesday, February 03, 2010

12 K

09/01 10/01
- 5K
5K 6K
5K 7K
7K -
10K 8K
9K 9K
7K 9,5K
4K 10K
10K 10K
- 10K
10K 10K
10K 10K
12K 11K

89K 95,5K


ve Şubat'ın ilk koşusu 12 K bu akşam

Tuesday, February 02, 2010

Kar günlüğü


Londra'da kaçırdığım karı Frankfurt sonrası İstanbul'da yakaladım. Sabah 7:30 da Galata Kulesi'sinin üstüne çıkıp çok çekmek istediğim İzzet Kehribar fotoğrafının benzerini çekemedim, tabiiki.

Kar akşam uyurken yağmış.

Bugün 3 Şubat. Ertan için mutlu son. Esasında benim için de mutlu son. Daha kötü günler ile uğraşmak zorunda kalmadan en azından 2 senemizin önünü görebileceğiz.

Dün babam için de doktordan mutlu haber, ama çok yorulmuş bir anne.

Çarşamba'dan beri koşamıyorum. Maratona tam 1 ay kaldı sayılır ama ne yapacağımı bilmiyorum.

Sabah duş aldım. Birazdan Murat gelecek ve Ertan'ın evini temizlemeye gideceğim.

Sabah kalkıp sardunyalarımı kurtarmaya çalıştım. Su tutmak istedim üstlerine ama hortumdaki su donmuştu çekmek istedim kuytuya silmek istedim ama onu da yapamadım belki de olması gereken oldu. Karın ağırlığı altında öldüler.


"this dream never ends" you said
"this feeling never goes
The time will never come to slip away"
"this wave never breaks" you said
"this sun never sets again
These flowers will never fade"
"this world never stops" you said
"this wonder never leaves
The time will never come to say goodbye"
"this tide never turns" you said
"this night never falls again
These flowers will never die"

Never die
Never die
These flowers will never die

"this dream always ends" I said
"this feeling always goes
The time always comes to slip away"
"this wave always breaks" I said
"this sun always sets again
And these flowers will always fade"
"this world always stops" I said
"this wonder always leaves
The time always comes to say goodbye"
"this tide always turns" I said
"this night always falls again
And these flowers will always die"

Always die
Always die
These flowers will always die

Between you and me
It's hard to ever really know
Who to trust
How to think
What to believe
Between me and you
It's hard to ever really know
Who to choose
How to feel
What to do

Never fade
Never die
You give me flowers of love

Always fade
Always die
I let fall flowers of blood

Bloodflowers
The Cure

ne kadar geç keşfettim bu albümü, ne kadar. Ne kadar bırakıp gitmiştim Robert'ı. Halbuki Milano'da yaşım 19, Forest çalaren yeşil ışıklar vücuduma saplanırken en önlerde ellerim havada nasıl ordaydım ve nasıl orda değildim.

Sonra Suede sonra Oasis o hep elleri havada açık halim.

PJ Harvey, ooh if you die you said so do I u said

sonra James

yazmak istemiyorum esasında hiçbir şey hiçbir yere