Sunday, December 20, 2009

Kavafis

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde." Kavafis

Tuesday, December 15, 2009

Ajurdi

Galata'dan Karaköy'e yürüdüm
Kabataş'a tramvaya bindim
Bi adam geldi beni ezdi ve yanıma oturdu
Gocuğunun nem kokusu altında tıkandım
Kabataş'ta indim
Otobüse eski zamanlaraki gibi yolun ortasında atlamaya çalıştım ama artık bu ayıp birşey olmuş.
Duraktan bindim.
15 yaşında bir mini etek bindi utandım bakamadım.
Yıldız'da ndim.
Portakal suyu
Çiseleyen yağmur
Öğlen yolun karşısından taksiye bindim
Taksinin koltuğunda döl lekeleri vardı indim
Bi daha bindim
Köprüden geçtim
Ortakla dönder yedim
Geri geldim
Kahve içtim
Bir kere kalbimi bir kere sırtımı yokladım.
Ertan...
Ah Ertan...
Konuştuk
Sanki her seferinde trenin incelen dumanı gibi
Kapattık
Sevmediğim garajdan araayı aldım
Ertanı aradım
Bu sefer güldük
Az da olsa güldük
Arabayı park ettim
Aynayı kapattım
Acaba çöp kamyonu geçince bu akşam 6. not bırakışlarında küfür yazacaklar mı?
ya da tak ulan şu ibnenin arabasına bu sefer diyecekler
desinler
haftaya kaportaya veriyorum
cillop gibi olacak
peki beni kim kaportalayacak?
sağ üstte bi sancı gene yoklamasını alıyor
burda!
sırt!
burda!
sol kol?
hep burda!
bu yoklamalar belki de onlarsız çok komik olacak bir hayat var
boşveeer
3 gün sonra yılbaşı sepeti diye 10 tane jack alıyorum
2 tane de madem indirim mideye de indiririm
yarım bardak
2 buz
çıt çıtçıt
emin
sen istedin diye işte kelime oynu sis bulutları anane manane olmadan da yazdım işte
sen istedin diye değil de genelde de yazmalıyım diye

Ruhe

Duş alırken gözlerimi kapatıp hiçbirşey düşünmemeye veya duş sonrası havlu ile yüzümü kapatıp deniyorum.

Olmuyor. Ve çok merak ediyorum, insan düşüncelerini kontrol etmeye imkanlıysa (yani şimdi GS düşün desem düşünebilirim) neden bi süreliğine dur demeye gücü yok.

Meditasyonun verdiği bu mu değil mi merak ediyorum.

Ama düşüncenin kontrol edilemediği çokta zaman var.

Lise hayatım 2 avusturyalı hocamın bacaklarına bakıp düşüncelere "dalma orhan" ile geçti, çoğu zaman dersi dinlemek yerine kontrolsüz düşüncelerde buldum kendimi.

keza bugün, tramvay-otobüsü seçtiğim bugün, saçma sapan düşüncelerin gelip geçmesine engel olamadım.

Hem istediğim zaman istediğim şeyi düşünebilmek hem de istemediklerime karşı koyamamak nasıl bir saçmalık.

Ama basitçe ayağını bacağını excercise edenler varsa beynini de edenler herhalde bunu başarabiliyorlardır.

Hiçbirşey armut piş değil elbet. Ama niye bu kadar zor, "3 dakka olsun gözlerimi kapatıp düşünmemek, nasıl birşeyi yaşamak için çalışmanın anlamsızlığı?

Sunday, December 06, 2009

Güzel günler

"babamın ölüm yıldönümü" yazdı annem bugün MSN'de

sanki böyle bir pazarda hatırlamam gereken birşeymiş gibi geldi yazınca.

Bir şans verilseydi dedemle röportaj yapmak isterdim.

Benim için Kent Dükü'nden farkı olmayan duruşunun arkasında acaba farklı bir insan saklı mıydı bilmek isterdim.

Kaybettiğimde 18 yaşımda ve esaında bir sürü soruyu da sorabilecek yaştaydım.

Ali'ye söylemiştim ilk. Halı sahaya yürüyerek gitmiş tellerin arkasından dostlarıma bakmış Ali tele yaklaşmış ne oldu lan demiş ben de yaşlı gözlerle dedem demiştim.

Sanki kuzey londra subörbünde çekilmiş bir sahne gibiydi.

Bir gün dedem tuvalette yere eğilmişken kıçına tekme atmıştım şaka olsun diye ve dedem sanıyorum az daha kafasını mermere vuruyordu. Hayatımın azarını işitmiş ve ceza olarak da cezaların en büyüğünü dedemin benimle konuşmamasını almıştım.

Yürürdük hep, önce pusette sonra yanyana sonra sırtta çanta dedemle yürürdük hep.

Ethemefendi caddesinin heykelli bahçesinde, tren istasyonlarında, bostancıdan suadiyeye oradan erenköye sonraları kadıköye, karaköyden tünele, asmalımescitten taksime yürürdük.

İstiklalin trafikli ve dolmuşlu günlerini hatırlarım.

Dedemle ananem yani Nezoş 31 Aralık'ta evlenmişler.

Ananemi hüzünle karşıladığım son yıllarda yani melankolinin beni yakalayıp bırakmadığı olgunluk yaşlarımda yılbaşları ananemi bi ayrı düşünür kusan eğlenen gezen kopan orhanin içinde esasında çok daha hüzünlü biri ananemi düşünürdü.

Şimdi bu yılbaşı ananesiz ve dedesiz onlar için belki de çok keyifli bir mutluluk ve sevgi ile gülümsemeyle bardağımı kaldıracağım.

Her fırsatta eski fotoğraflara bakmayı adet haline getirmeyi ağırlığının altında ezilmeden tebessümle fotoğraflarda geçmişin güzelliğini düşünmeye ve hissetmeye çalışan ben, şurayı okuyan toputopu 9-10 kişinin de (madem mahremimi biliyorsunuz) her fırsatta raflarda duran albümlerde kaybolmalarını tavsiye ediyorum.

Ama bunun en zor yanı o fotoğraflardaki anılar hep geçmiş değil. Taze olanlarda mevcut haliyle. Ve tabiki yıllar sonra dedemin fotoğraflarına mutlulukla anca şimdişimdi Nezoş'un fotoğraflarına ağlamadan ama düğüm düğüm bakarken, veya bakabilirken...

taze anılarda hızla eskimeye devam edip beni içinden çıkamayacağım bir hüzne atıveriyor.

Keşke 5 seneden eski olmayan fotoğraflara 5 sene sonra bakma mecburiyeti olsa.

İşin garibi kendime bile oha dediğim fotoğraflara yavaş yavaş zor bakmaya başlıyorum.

Fazla analitik fazla kurgucu ve detaylarda fazla takılanların hayatlarında böye bir zorluk olduğunun farkındayım.

Durmuyor ki hiç.

Ben mesela şu an dedemin bir resmine bakıp onun ipeksi saçlarını okşayıp, yanaklarını öpüp, poplin gömleklerini koklayıp sesini hiç ama hiç bir kusur eksiklik fade-away sararma solma olmadan duyabiliyor ve hissedebiliyorum.

Ah işte bu zamanlarda nasıl daha düz daha duygusuz daha ot ve daha sığır bir insan olmayı istiyorum. Ruhum belki de ne kadar daha hafif ve dinç olurdu. Olsun farkında olmadan yaşamayı belki de bu yorgunluğa veya korkuya tercih edebilirdim.

Yılın son 3 haftası. Bizim için belki de babayı bu sefer daha az korkucağımız da olsa gene bir ameliyat ihtimalinin olduğu, martı nisanı gene iple asıla asıla çekeceğim, işte mücadelinin sanki tavansız bir dünyada daha da yukarı çıktığı, Ertan'ım için oldukça kritik bir 4 ay.

Keşke bi Orhan yedek klübesinden kalkıp oyuna girse tamam değiş tokuş değil bi iki maçlığına kaslarım kemiklerim dinlenene kadar koçum bi dinlen bi dur nasılsa fikstür uzun diyecek bi yedek ben...

ya da böyle bi makin atık kafaya takacaksın içini formatlayacak dışın aynı kalacak mücadele mi o ne ki ya alırım sen ne kadar istersen dedirtecek sanki geçen sene olmamış sanki hiçbirşey hiçbir zaman olmamaış gibi br format atılacak

Hiçbirşey hiçbir zaman olmamış gibi aynı şekilde kaldığın yerden devam etmek ne şahaser olurdu.

Bugün, pardon geçen sene marttaki 20K ya hazırlanırlen sanıyorum 10 falan rahattı. Şimdi bugün:

Biraz evvel:

1,5 K zor çıktı!

ipodun en dolmuş şarkılarına sırayla basmış olsam da hadi ulan bi 3K nın lafı bile olmadı. 10 dan 7 ye 5 de 2 dakka yürüyüş ve tıpış tıpış soyunma odasına.

Sessizlik.

Sunday, November 29, 2009

kişisel ve saatsel notlar

tam 2,5 aydır 2 kutu antibiotike bana mısın demeyen sıfır ateşli göğüs ve boğaz ağrısı sanki beni bilerek, önce 29 ekim tatil tarihinde tekrarlamış ama bende onu hastane kapalı ama intermed açık al sana diye akciğer röntgeni ile dışarı şutlamış..

..şimdi o da al sana al diye beni bayram evveli Azkaban Tutsağı gibi yakalamış bayramın kapalı doktorsuz günlerinde inletmeye devam etmiş gün aşırı alkolle susturmuş olsam da

göğsüm ağrıyor ağrıdıkça korkuyor korkçukça kendimi bırakıyor bıraktıkça bana birşey olmadı işteyii yaşıyor normale döndükçe gene geri geliyor ve olimpiyatın halkaları gibi iç içe geçmişlik içersinde dönüp duruyorum

eskiden hasta oldum dedim mi ateşim 39u şaşmaz vurur, annem ilaçları basar teyzem kıçıma fitili sokar hiç istemediğim sirke suyuna batırılmış havlu alnıma yerleşir yatakta inler ve 4 gün sonra ayaklanırdım.

sanki dünya bana inat bir değişim süreci geçiriyor.

sakini untmuş iç sesimi kaybetmişben bazı geceler bir şükür etme duasına yatıyorum kafamı toparlayıp yaşadığım için ailemi sevdiğim ve hala tutunabildiğim için esasında hayatımda hiçbirşeyin ama hiçbirşeyin kötü olmadığını kendime anlatmak için şükür duasına yatıyorum ama daha 2.cümlemden evvel herşey bozuluyor kendimi kaybediyor panikliyor sonra kendini cezalandıracaksın şimdi kafanın içinde yüksek sesle tekrarlayacksın diye caklıyorum ama onu da başaramıyorum

(ne acaip bir de kafamızın içindeki sesin şiddetini ayarlayabildiğimizi keşfettim şu an)

aa evet sessizce bağırabiliyorum

......

o haaaa

hatta .... haykırabiliyorum

inanılmaz şiddtle sessizce bağırabiliyorum

kurban bayramı bitiyor yarın

salı sabahı gene iş araya bi doktor sıkıştırmacası
perşembe anne bodrumdan kafasını dinlemiş paklamış dinlenmiş bir şekilde dönüyor
ben emre tayfun emin sturm graz maçına gidiyor

ve aaaa bi de tabi Telaş Ay gelmiş bir telaş bu telaş bir bakmışsın geçip gidivermiş Aralık gelmiş pardon geçmiş

1- koskoca bir ipod listesi yapıp yeni şarkıları nefes almalı ve onlardan güç almalıyım

2- 7 mart 20K koşusuna sanki 20 yıldır koşmamış vücudumu toparlayıp hazırlamaya başlamalıyım

3- kendime sözümü tutup hikmetle şu röportaj olayına başlasam e fena olmaz

4- apple crumble sayıklıyorum aylardır

5- nezoşuma ve muzoşuma gitmek istiyorum

6- bir köpek alsam mı artıkı bin kere daha düşünmek

7- motorumu bakıma almak ufaktan ufaktan

8- ormana gitmek koşmak nefesime bakmak

9- tm yapamadıklarımı dokuz kere daha yazmak neden yapamadığıma da hayıflanmadan bi daha yazmak istiyorum

siktiret gibilerinden

olursa olurlardan

Saturday, November 28, 2009

bitti sanırım

sanıyorum bittin
sanıyorum gittin
bi daha şaşırtmadan hem sağlığımı hem ruhumun içine edip gittin.

3-4 bardak şaraba teslim olup kendi kendime söz vermişken kasımda yazmayacağım diye yazıverdim işte 3 gün kala

dümeni kaybetmiş kaptan gibi tam 8 aydır ne yazdıklarım beni ne de ben yazdıklarımı anlatabiliyorum

bugün babamla (ki geçen sene hala bugüm hastanedeydik) gene biraz gergin ve gene biraz dingin dışardaydık. anne bodrumda kafasını dinlerken mandalina almak istedi mandalina şekerli sen şeker hastasısın deyince sensin hasta git raporlarıma bak ne hastası diye bağırıverdi ve sanıyorum ağırına da gidiverdi ve sanıyorum içim de gidiverdi.

sanıyorum gene sanıyorum tam 10 sene sonra ilk defa kiss me kiss me kiss me kiss me albümünü ilk defa koydum ve the kiss çalıyor.


değişken ruh ve sağlık hallerimin ne kadar beni yiyip bitirdiğini gösteren bir aygıt olsaydı ve o bitme skalasına gözüm gidiverseydi acaba durup orada artık normal bir şekilde nefes almaya başlarmıydım.

uyurken uyuyamıyorum
nefes alırken bazen acaba daha sakin ve daha normal tempolu nefes alabilirmiyim diye übunglar yapmaya başladığımda temponun şiddetle artmasını dinliyorum

eskiden ama çooook eskiden dapdar deri bir diesel pantalonum deri bir kemerim lepoar desenli bir gömleğim ve harley bootlarım ile sokaklarda yürürken ben biri gelse

duracaksın sen
duracaksın koca bir geminin durduğu gibi bir limanda
sığınacaksın köşe bucak
ve sonra bi daha süt liman olsa dahi
çıkamayacaksın deseydi

eskiden
çok enfes sigara içerdim
çooook enfes yağmuru suratıma yerdim

1 gece sadece bir gece öyle sessiz sakin karanlık bir gece elimde sigaram ile ıslanıp yürüsem

sadece kendim için yürüsem

ne olur bilmiyorum

bir arkadaşım eşinin doğum gününe hulyo iglesyası getirmisti

işte öyle sadece 1 gece odama robert smith i getirebilsem
...for how much stronger can I howl into this wind..

Thursday, November 12, 2009

babam

koltukta oturuyo
uyuya ben ona bakıyorum
o uyuyor

Monday, November 09, 2009

1 SENE

Max Richter çalıyor ilk defa şansa ilk tanışmam on the nature of the daylight şarkının adı ve Blue Notebooks albümünden.

Kendimi bu şarkı çalarken üsküdar vapurundan gözü yaşlı ama kuvvetli ama üzgün ama inanarak beşiktaşa atladığımı oradan vespamla kasksız 10 kasım soğunu hissetmeden arnavutköy'e giderken görüyorum.

Hiçbirşey düşünmeden defalarca tekrar tekrar gülerek koşarak kaskımla sevgilimle yüzlerce kez geçtiğim beşiktaş çırağan ortaköy arnavutköy ikitekerimin altında yok okuluyor

Kliseye geliyorum kapalı. Nasıl olur? Her gün bu saatte açan klise bu sefer kapalı...

Zili çalıyorum, umutsuzluğa kapılmışken zangoç geliyor, ne istersin? girmeliyim, olmaz, niye bu klise sihirli klise hep açıktı bu sabahta, artık kimse gelmez oldu sabahları, akşamüstü bir de hafta sonları, hayır aç, girmeliyim, onemli, olmaz sadece ayazmaya sokabilirim, olur hadi, gel...

ayazmaya giriyorum küçüçük o odaya duvarlarına dokunuyorum dua edip çıkıyorum

doğru akıntı burnuna, babamın çocukluğunun geçtiği, defalarca oturup yere, boğazdan geçen gemilerin makina dairesini hayal ettiğim akıntı burnu...

şimdi o akıntı akıp gideli 1 sene oldu

1 sene evvel babam bizi bırakmadı bugün

1 sene evvel babam bize biz ona tutunduk bugün

1 sene geçti herşey aynı ben hariç

zangoç aynı, yol aynı, vespam aynı.

sakinlik şu an çok iyi.

Sunday, November 01, 2009

kasım

tam 1 sene rüzgar güneş dalga sonrası tekrar kasım geldi. en korktuğum ay olmakla beraber en çaba göstereceğim ay da olacak. Çabuk geçsin çabuk bitsin.

Annem babam haftaya aynı geçen sene olduğu gibi dönüyorlar.

Sanıyorum 2 ay koskocaman 2 ay koşusuz geçti.

Hayatım atlı karıncanın alası.

Saturday, October 03, 2009

eylül bitti

ekim sabahi güzel bir ikea!! filtre kahvem ile kaç ay sonra ?, bakamadim, direkt post sayfasi açıldı, ve nedense bir hayli gri bir havada yazmaya merhaba.

Yazın bir kaç arkadaşım "blogunu okuyunca içim kararıyor intaharlık sanki" dedi ben de "okuma amına koyim" dedim zaten esintilerin bir zevzeki yüzünden öğrendin

geri dönüp baktım, ananemin kaybından babamın ameliyatından sonraki ruh hallerimle kendimle yazıştığım sayfalarla dolu

koşu partnerim buradan sesleniyorum sana: eğer sende ruhunun dört duvar arasında kaldığı avusturya lisesine gidip zorla bbrecht ezberletilip karaköyün puslu ara sokaklarinda büyüseydin sen de the cure ile başlar infinite sadness and mellon collie ile devam ederdin. Adananın portakal bahçelerinde yetişmedik maalesef.

ve bugün sanıyorum ciddi de teğet geçen bir vesile ile hem ananemi hem dedemi ziyaret edeceğim (edemiyorum telefon geldi ne alaka oldu bu tabii)

ve bugün çok güzel bir lüfer yiyeceğim

ve bugün yazmaya tekrar başlayacağım.

bberry'im komforu saniyorum beni yazmaktan uzaklasirdi...

artik yeter yazmaliyim

ve maalesef ekim kasim geldi

hadi ekimi gectim hong kong var nasılsa

kasım :(

ne yazsam ne yazsama son simdilik son veriyorum

Monday, August 31, 2009

2 ay

nasıl geçti ne oldu bilmiyorum. 2 ay sonra ilk entry'm ile başbaşa ne yazacağımı bilemiyorum.

teyzemi kaybettik, annemler bodrumdan apar topar geldi, babayı apar topar doktora götürdük gelmişken.

Apar topar ağladı şimdi ben apar topar bu masamdan kalkıp gene koştur babam koştur.

Bir dost bu hafta sonu "bi dur be hayat, bi önümüze devamlı birşey fırlatmaya bi ara ver" dedi

güzeldi.

ve bugün bayramoğlu'na teğet geçtim. O da güzeldi.

Monday, July 06, 2009

Yazmaya dönebilmek için minik egzersizler.

Sanıyorum 2 sene evvel kırdığım parmağımı, Placebo konserinde yeniden çatlattım.
Koşamayınca balkonda 800 kere ip atladım.
Pazar sabahı midemin ağrısından sancılandım.
Akşamında A/C çarptı.
Sabahına bin beter.
Hafta nanelimon ile başladı.
Baba göz dokturunda.
Doktor üzerine kusmak istediğim bi kelime oldu bu sene.
Sakal traşı olmadım.
Elim müşteri aramaya gitmiyor.
Orospu gibi müşteri avından çok ama feci sıkıldım.
Bi kıyma kavurma olsa hafif acılı bi yumurta kırsam üstüne, minik bi karabiber bulutu, biberlerin pisme sesi, yaninda fırından ekmek, demleme çay. çay üstüne çay.

Yaz bitti bile.

İşte kişi böyle çirkin böyle duyarsız böyle kusarcasına da yazabilmeli.

Sunday, June 28, 2009

babanın doğduğu gün

çok uzun zamandır yazma isteğimin gene benden ayrılmasından sonra, evet bugün, babamı sabah arayıp doğum günün kutlu olsun dedikten sonra, 2-3 satır yazma dürtüsü ile karpuzu ayıklayıp biraz olsun ruhumu sakinleştirebildim.

Chat Baker çalıyor.

West lafayette'yi hatırlatıyor.

12 sene olmuş.

Kalkıp altılı kuponumu yatırmak istiyorum, gazi kuponunu.
Kalkıp motorumla dolaşmak kalkıp ıssız bir koyda denize dalmak (belki de Ahmetçe'de)
Kalkıp sadece yürümek çok uzun uzun yürümek ta bilinmeyen sokaklardan serin gölge bir köşeye uzanmak soğuk biraya devam edip 2-3 insan tanıyıp yorulmak istiyorum.

Gene çok garip bir pazar. inanılmaz sakinim. Yoksa hakikaten sakin miyim ?

Wednesday, June 24, 2009

Nostalgia

Nostalgia - it's delicate, but potent. In Greek, "nostalgia" literally means "the pain from an old wound." It's a twinge in your heart far more powerful than memory alone. This device isn't a spaceship, it's a time machine. It goes backwards, and forwards... it takes us to a place where we ache to go again. It's not called the wheel, it's called the carousel. It let's us travel the way a child travels - around and around, and back home again, to a place where we know are loved.

Don Draper

Tuesday, June 02, 2009

from the keyless man

Arp'çi kiz.. Düsen uÇakta ölmese, kimsenin bilesi yok.. En Çok önem verdigimiz degerlere göre, neresindeyiz ömrümüzün ? Tek basima duruyorum, titreye-savrula, zaman okyanusunun dalgalari arasinda.. Anilar sahiline bir dalga gibi vuruyor tüm olanlar.. Zaman okyanusu adeta geri kusuyor, kendisine attigim mutlu-mutsuz dakikalarimi.. Tüm gücümle bagirdigim yerdeyim; sonu gözükmeyen sis'e dogru ilerliyorum, toz bulutunda yitiyorum.. Fon'da: "DUST IN THE WIND"

Sunday, May 31, 2009

2 sene evvel bugün


nezihem'i uğurlarken gene kafamı kaldırmış yukarılara çok yukarılara bakıp 10 sene evvel Bodrum yolunda Morissay dinlerken yaptığım şeyi yapmaya çalışıyordum. O zaman gürgan ve kayınlara bakarken, 31 Mayıs 2007'de selvi ağaçlarına bakarken, bugün tünelin ara sokaklarından gri bulutlara, şimdi Abbas Ağa parkının çınar ağaçlarına bakarken de...nefes almaya ve anlamaya çalışıyordum.

Zaman ile anlaşamadığım ve kavgamın devam ettiği bu iki senede çok fazla şey oldu benim için ve ailem için. Koşulmuş bir at gibi ağırdan hayatı yokuş yukarı çektiğim bir iki sene geçti gitti.

Mücadele verdiğim ve kazanmak için çalıştığım ve kazanacağım herşey, tutunmaya ve kaybetmemeye çalıştığım gene herşeyi en nihayetinde kaybedeceğim! ya da onlardan evvel kendimi kaybedeceğim un ufak, yok olup gideceğim.

E o zaman ?

Bu dipsiz koşuşturmanın içinde, bu anlamsızlığın farkına varabildim "an"...

Yani tüm endişelerimin veya sevinçlerimin, hep sahip olma elde etme döngüsünde olan insanlığın, elde edebileceği herşeyin yok olacağını anlayabildiği "an"ları birleştirip zamana yayabilirsem ve bunu da nefes alarak yapabilirsem...

sanki biraz daha rahatlayacağım.

Pilsiz radyomdan 2-3 reklam sonra çıkacak akustik şarkıyı heyecanla beklerken, kahvem her seferinde olduğu gibi , şaşırtmadan beni, gene soğudu.

Gri bir yıldönümü. Soğuk, motorda ofise gelirken üşüdüm. Ellerimi sıcak suya sokup ısıtmaya çalıştım. Soğuk kahveden bir yudum. şarkı başladı. Karşıya geçip geçmemeyi Nezoş'uma gidip gitmemeyi düşüneceğim uzun ve gri ve soğuk ve sanki harika bir pazar günü. Ofiste tek başıma. saat 12:32, radyo çalıyor, kulağıma düşen gitarların arasından bası bulup çalmaya başlıyorum, davulcu bana bakıp gülüyor, seyirci hızlanmamı ister gibi ellerini kaldırmış ama sessiz ama gözler kocaman bana bakıyorlar, pedala basıyorum, iki adım öne geliyorum mikrafon dudaklarıma yapışıyor ve çalmaya başlıyorum bugün için:

PLAY FOR TODAY
It's not a case of doing what's right
It's just the way I feel that matters
Tell me I'm wrong
I don't really care

It's not a case of share and share alike
I take what I require
I don't understand ...
You say it's not fair

You expect me to act
Like a lover
Consider my moves
And deserve the reward
To hold you in my arms
And wait
And wait
And wait
For something to happen

It's not a case of telling the truth
Some lines just fit the situation
Call me a liar
You would anyway

It's not a case of aiming to please
You know you're always crying
It's just your part
In the play for today

Friday, May 29, 2009

2 sene

yarın olacak, uyuyamadığım bir hafta sonrası bayıldığım gecenin sabahı 7 de uyandım.

2 kahve bi cigarillo.

Hayatımda hiçbirşeyi kadar özlemedim.

Hayatımda hiçbirşey bu kadar canımı acıtmadı.

Canım ananem, hala aklımda o yatağı dikleştirin kızgınlığın ve ben daha Bodrum'a gideceğim lafın.... Canım Nezoş, tüm bu güzelliğinin tüm bu melekliğinin, sana orada çok güzel bir hayatın içinde, dedem ile yanyana kaldığı yerden devam ettiğinin inancıyla...

seni çok seviyorum...

Sunday, May 17, 2009

Baba


Şu benim meşhur nokta. Gölköy. Burada herhalde 4-5 farklı fotoğrafı, 3 ayrı mevsimde resmi olan, Önce Nezihe'li, Figen'li, İlhan'lı, sonra ananemsiz aynı noktada defalarca ve son kara kış sonrası bomboş bir resim Şubat ayında...

Bu Mayıs, Nezoş'un yıldönümüne 3 hafta kala aynı noktada buluştuk.

Kara kış...Tanpınar gibi kalemim olsa çok güzel bir roman yazabileceğim "kara kış" sonrası babam ile hayatın tadını ensemizde hissettiğimiz aynı iskele aynı nokta.

Baba - Oğul


Gün batımı hayatımıda koştuğum en güzel yerlerden bir tanesine, elimde makinam ertesi yürüyüşe çıktım.

Tel Aviv'in güzelliği ötesi insanların sakinliği de rahatlığı da beni çarpmıştı. Restorantın tekinde tanıştığım kız bakma böyle güler yüzlü ve sakinnnn relaxxxxi olduğumuza, stres de diz boyu demesine rağman 4 gün neredeyse hiçbir yerde buna dair birşey hissetmedim.

Kilometrelerce uzanan müthiş plajda, bu baba-oğlu gibi, herkes, kendini sanki tüm olup bitenden soyutlamış gibi bir hayat yaşıyordu.

Friday, May 01, 2009

...


Tel Aviv’in sıcak ve güzel sahillerinde ailemden binlerce sokak uzaklarda tek başıma.
En güzel “her şeye karşı gelebilme anlarım”dan birinde…
Oturmuş, çok uzaklara, belki Kıbrıs’ın güneyi Malta’nın ortasına doğru bakarken, öyle ayaklarım kum olmuş bu sefer hiç kıl olmamış, gözlüğüm de kum olmuş, ceplerim de kum olmuş, sağım solum önüm arkam sessiz, bir bardak soğuk kırmızı şarap, alnım günün korumasızlığından kızarmış…
Ve öyle ağırdan öyle ağırdan güzel bir gün battı ki….
Ertesi günün Kudüs heyecanını unutmuş hayatımda yer etmiş Bayramoğlu, Bodrum, Kaş, Bozcaada kumsallarından sonra şimdi burada tek başıma sessiz ve sakinden fazla panik yapmadan içten içe heyecan bastırmacalı tepemden uçak geçip durmalı…
Bir yudum sonra bir yudum daha…

Tuesday, March 31, 2009

hayatı Pi'ye alın


Sabah babam geldi. Şık giyinmiş. İşe gelir gibi. Önce ofiste biraz yardım istedim. Sonra Vatan gazetesine toplantıma götürdüm ! Hem rozetini hem 1958 muhabir kartını Hürriyet'ten verilen hem de sarı şeref basın kartını gösterdi. Güldük. Taksiye bindik. Barbarosta inip müthiş güzel bir günde korkunç kış sonrası babamı by-pass ve sonrası yaşadığımız o dehşet günler sonrası benimle sımsıcak yürürken dudaklarımı ısırıyordum.

Adı ile bizi sanki çağıran "hayatı Pi'ye alın cafe" ye girdik. Yemekler geldi. Babamınki önden.

- İlaçlarını aldın mı ?
- Evet
- İyi
- Zaten sabah değiştirdim.
- Neyi?
- Doktorun verdiği tansiyon ilaçlarını bıraktım benim eski tansiyon ilaçını aldım
- Niye?
- Deniyorum
- neyi???? !!1 Afrikadan futbolcu getirdin onu mu deniyorsun delirdin mi ?

Cafe inledi, yemekler yenilmeden kalkıldı. Benim tansiyonum 30! Bir yandan babama bağırıyorum bir yandan doktoru arıyorum. Savaş.

- Sen taksiye bin git ben delirdim çünkü.

Bir yandan da bindiremiyorum. Çıldırmak üzereyeim. Sessizce yürüyoruz.

Bir anda bir kameraman bir muhabir önümüzü kesti.

- Seçimler hakkında ne düşünüyorsunuz? tayyip oy kaybetti mi sizce ? halk ne mesajı verdi.

Ben birşeyler geveledim. Tam gidecez babam kameranın önünde başladı tayyib'in kötü yönetimine... Konuştukça konuşuyor.

Susmuyor. Kameraman bana arkadan kes kes diyor. Kibarlık yapıyorlar kesemiyorlar. Ben gülüyorum.

3 dakka falan konuştu. Adamlar off çekip gitti.

Babam gülüyor ben başladım gülmeye. Gülerek yürümeye devam ettik.

Gülerek taksiye bindi.

Dudalarımı tekrar ısırmaya başladım. Pek de ısırmadım esasında.

Baba olmadan baba oldum bu Kasım. Günler artık hem zor hem büyük hüzün hem de günler büyük kıymet dolu.

Tuesday, March 24, 2009

Wish


En uzun ormanda böyle sessiz ve uzak koşmak istiyorum.
En yeşil ve en derin.
Sabah kalkıp erkenden sessizce...
Böyle bir orman hayal ediyorum.

Tuesday, March 10, 2009

iskele


Biri Eylül ayı, yaz sonu üzerilerinde 2 hırka. İki anne deklanşörümün önünde. Diğeri aynı nokta bu sefer babam deklanşörün arkasında, buz gibi bir Şubat sonu. Sözverilmiş bir Bodrum kaçamağı.

Ananemden başka birşey görmedi gözüm iskelenin önünde. Bomboş iskele. Bakakaldım ve kıyıya vuran her dalganın sesinde her seferinde tokat yer gibi zaman bilmecesinin içinde kaybolup gittim. Orada öyle oturuyorlar öylesine bana bakıyorlar ana kız...

Canım anneannem şimdi kaybolup gitmiş iskele bomboş.

Nasıl olur? o gerçek an o içinde bulunduğum an...hem de bu kadar hızlı bu kadar vakitsiz..

Bir saniye yetiyor bana her şeyin içinde herşeyi kaybedecek noktaya geldiğim bir saniye. Kendimi tanıyamadığım, yirmi değil yirmiler de koşsam cevabını bulamayacağım bene gelmem...bir saniye.

Çok soğuk bir mart çarşambası.

Babam ve annem Erenköy, abim Arnavutköy ben ofiste, tek bir tungsten lamba yanıyor.

Yazmıyorum.

Monday, March 09, 2009

Friday, March 06, 2009

Nazar


bunca sene arzula

ilk 20K

sonra git rutinin dışına çık. tempo tempo. Neyine senin tempo. 2hafta sıfır antreman. Bilek kas ne olduysa aptal bi fizyocu röntgen yan bağlar..

2 hafta sıfır antreman :(

bu pazara nefesten bacaktan ne çıkarsa...

hadi bakalım.

Sunday, February 22, 2009

raven


not because that all animals are astounding and interesting in their unique forms and behaviours, they are mind-bending because all of them reflect the very human beings if one looks closely, or even closer - the very himself/herself

among all of them, I see ravens that posses the reflection of my soul and behavior in the nature, but also the great fear they provide in doing this.

their unrest or their repose, their capability in adopting themselves in vast crowds and - in there - staying alone, or their astray behaviour in dark corners seems like an echo of my psyche.

O2

Thursday, February 12, 2009



2 sene olmasına az kaldı toplantıya girmek için arabamı parkettim. Yağmur yağıyor inanılmaz, atkım boğazımda düğüm olmuş boğazımda.

Sikerim dedim. Upuzun binanın yanından çamurlara çamurlardan çayırlara çayırlardan tepeye ve tepede umuyorum huzur içinde yanyana yatan dedeme ve ananeme gittim. O günden beri ilk defa...

Dedem 1922 doğumluymuş. Hayatımın tam yarısında beni bırakıp gitmiş.

Ananemin doğum yılına bakamayacak kadar gözlerim kapandı.

Bir taşın üstünde 2 aile ismi ikisi de 1 aile ufak bir kare içinde.

Çok özlüyorum.

Nezoş'u ve Muzo'yu çok özlüyorum.

Bu kadar kuvvetli bir şekilde hatıralara geri döndürebilecek bir beynim olmasın isterdim belki.

Şubat kasım kadar ağar geçiyor...

P.S: picture by shitty nokia

Monday, February 09, 2009

Yağmur

Çok zor çok ama çok zor bir üç ay sanıyorum bugün yarın son bulacak. Tüm parçalanmalar sonrası kendi kendime parçalandığım son iki hafta…Geçti. Zor geçti ama geçti. Sanıyorum huzur limanına yanaşmayacak olan ben; belki de bu son 3 ay belki de bir yerlerde duracak bi son bulacak ve ben de ara sıra da olsa belki de en azından 2-3 nefes 4-5 satır yazabilecek gücü tekrar bulacağım belki de tekrar Lafayette’in ilk iki senesi gibi berduş kahkahalara kavuşabileceğimi ümit edip dururken artık kesinlikle ve kesinlikle varamayacağımı anladım. Benden kaç tane var bilmiyorum ama bi tanesi ile bir hayli mücadele ettiğim ve hatta yenildiğim gerçek. Dik duramıyorum. Beynimi beni alıp ele geçiren geçmişe karşı dur dedirtemiyorum. Yazar neden burada hep kendinden bahsediyor neden hep burada özlemler çayırında yuvarlanıp duruyor bilemiyorum. Bilmek de istemiyorum. Gene her satırı zorla yazıp zorla bi sonraki satıra uçurumdan düşermiş gibi düştüğüm şu an: hangi benim ben de bilmiyorum.

(Bas gitarın bir teli eksik olur 4 teli olur diğerlerinin 5 belki de 6 teli olmasına rağmen o eksikliğin içinde o inanılmaz sesi verir)

Yanaklarım boynum gözyaşı içersinde Parkormanın ortasında Follow the cops back home dinliyordum? Kilyos’dan dönerken motorun üstünde rüzgar ağlamama da izin vermiyordu…
O buz gibi okul aylarında don kesmiş kulak hissetmez yürürken ter içersinde kalıyordum. Dün. Ayna da kendime bakakaldım.Bugün radyoyu açıp bangır bangır yol aldım. Ve bugün. Bir resim gördüm eskilerden. Görmemem gereken. İçine düşüp gitmemem gereken.

Sunday, January 11, 2009

For the record


i had three different faces last month...

1)maybe the first and last "el bıyıko"
2)itchy first, everlasting later
3)back to normal with an asshole in the background

Sunday, January 04, 2009

ilk 20K'ya


haydi yolum açık olsun

bir ilk bir rüya gerçekleşir mi bilmiyorum gidebilmeden daha önemlisi kendimde çalışabilecek gücü ve kuvveti bulacakmıyım ...Runtalya 8 Mart


30 dakikada 5K koşarken cuma günü 36:30 du bu süre
bu sabah 33:14

anladım ki ruhum kadar vücudum da yorulmuş bi o kadar

haydi hayırlısı en cheesy en sacma methodlarla da olsu kendimi gaza getirip basarmalıyım

umarım....