Friday, May 21, 2010

Koşayaza



dün dedemleydim. ,

Dün akşam saat 20:00'da dedem yanımda oturuyordu. Mavi poplin gömleği, klasik deri kayışlı saati bembeyaz saçları elleri ve ellerinin damarları dedem dün gece yanımda oturuyordu ve yemin ederim dedem yanımda oturuyordu.

....

Merak ettiğim eski evlerin eski pencerelerin arkalarında kimler ne zaman ne yaşardı, kimler nasıl sevişti kimler nasıl ağladı kimler nasıl kahkahalar attı. Merak ediyorum derken geçtiğim herşeyin yanından geçerken olduğu gibi esasında merak ediyorum diye şurada yazsam da

geçerken yanlarından değil içlerinden geçiyorum, mutfaklarını görüyorum o camın her sabah erken açılışını rüzgarın salonu doldurduğunu pişen kahveyi kapının önündeki ayakkabıları görebiliyorum.

Bir köprüden geçerken altındaki suya vuran gölgesini gölgesinde dinlenen sandalı görebiliyorum.

Ne yöne gideceğini sanki bilmiyormuş sanki havada sıkışmış kalmış herşeyini kaybetmiş martıyı tüm martıların arasında seçebiliyorum. Onunla konuşabiliyor onunla beraber uçabiliyorum.

Masmavi bomboş upuzak gökyüzüne çok dikkatli bakarsam aynı gökyüzünün binlerce mil uzaktaki altını altındaki çimeni çimenin üzerindeki tek bir ağacı ağacın altındaki bisikleti görebiliyorum.

Gözlerim her kahve bardağının içine düştüğünde hayallerimi görebiliyorum.

Basit yeşil plastik bir kalemin ucundan içine girip mürekkebinin içinde duran harfleri biraz sonra birleşecek şiirler olacak kelimeleri cümleleri görebiliyorum.

Bir bankanın önünden geçerken içindeki kasayı kasanın içindeki hesabımı hesabın içindeki paraları paraların esasında bir 20 sene daha yetip yetmeyeceğini değil de o hesaptan 20 sene sonra paramı çekerken ki endişelerimi görebiliyorum.

Çalışma odamın hep kapalı beyaz perdelerinden arkasında: bir üstüne çıkıp gitsen gidebileceğin uçsuz bucaksız denizi masmavi ama masvavi suyu suyun üstündeki rüzgarı tuzu hissedebiliyor biraz uzun bakarsam dudaklarımın yandığını gözlerimin kamaştığını hissediyorum.

Neden maviyi ve beyazı hep ama hep severken en çok siyahı tercih ediyorum bilmiyorum, siyaha savunuyorum sanıyorum ama esasında siyahı hiç ama hiç sevmiyorum. Belki de tüm siyahlarımdan sıyrılmam kurtulmam lazım. Siyahın içinden bakamıyorum, bir yere gidemiyorum, geceyi siyah değil lacivert gördüğümden en uzak karanlık köşede kendime bir yer bulurken siyah bir tshirtün ne kolundan ne de yakasından girebiliyorum. Belki de tüm bu görebilme dediğim beni yoran yolda yürürken kaldırımlarda sakin ve sadece sakin yürümeme engel olan kediyle köpekle çocukla babayla anneyle kadınla ağaçla arabayla bir tabelayla bir boş şişe ile yerde duran bir nefes yetmemiş yarım izmarit ile bir veya iki beki de üç dört vitrinde kendime bakarken binaların merdiven girişlerinde kafayı sıyırırken upuzun bir yolun sonunda sağa dönünce olması gerekeni görebilmemden o kadar yoruluyorum ki belki de siyahı bu yorgunluğuma bir dur demesi için tercih ediyorum.

Tüm bu detayda kafamı patlatmanın kendime kurtuluş diye bakabilme zorluğunda bana oynadığı güzel bir süprizi de var. Aynı dün gece dedemi yanımda nasıl gerçekten ve gerçekten görebildiysem çok sık olmasa da o baktığım duvarların içinden geçip mutfakları görmekle kalmayıp esasında hayale son verip içeri girebiliyorum. Dün düşündüğüm bir pencerinin kenarını ertesi gün önümde buluyor bu sefer yolda yürüyen insanlara bakabiliyorum.

Hiçbiryere ait değilim.

Hiçbiryere ait olmadım.

Sonbahardı, Eylül 1992'ydi, Ayten Teyze'nin balkonunda ayaklarımızı demire uzatmış yazın bittiğini herşeyle bittiğini havadaki bahçedeki herşeyden hissediyorduk. Hiçbirşey konuşmadan dakikalarca oturup uzağa bakıyorduk. Hayatın en mutsuz kadınlarından biri olarak bu mutsuzluğunu bu korkunç mutsuzluğunu bana 18 sene sonra geçen yaz gözlerinden yaşlar gelerek 70 yaşında feneryolu'nda itiraf etmişti. 50 senelik hüznünü 50 senelik mutsuzluğunu siktiriboktan bir cafenin siktiriboktan sandalyesinde sadece iki cümleyle anlatmıştı. 18 sene evvelki o sonbahar hüznünü sanki aynı bahçenin aynı havuz kenarında oturur gibi hissetmiştim o an. Hiçbirşey bu kadar üzücü olmamalı hiçbir kadın bu kadar üzgün olmamalı diye ağlamaya başlamıştım.

Ayten Teyze ile Çayırova cam fabrikasının upuzun bacasından çıkan dumanlara bakıp öyle dakikalarca sessiz otururken sanki ben 20 yaşımda değil 18 sene sonraki o kadının mutsuzluğuna sahipken Ayten Teyze hiçbirşeyin ortasından bana çıkıp "you have sad eyes, you have incredible sad eyes don't let them ever ever ever control you" demişti Texas aksanıyla. Gülmeye başlamıştım. Anlamadan savuşturmalar diyarına geçip taa evet o yaşta savuşturmayı iyi beceren biri olarak kaçamak gülmelerle ne diyorsunuz siz falanlarla hiçbir cevap da alamayacağımı bilip kalkmışmıydım oturmaya devam mı etmiştim bilmiyorum.

18 sene geçti.

Hiçbir zaman hiçbir yerde hiçbir kimseye ait olmadım.

Kendime ait de olmadım, o korkunç kapı eşiğinde West Lafayette' gecesinin buz gibi gecesinde kalkıp sigarayı yakıp Bouluvard of Broken Hearts ve Jack ile tanışmama 30 dakika kala tellerin arkasındaki ormandan kafamı siyah karanlık gökyüzüne kuru ayaza dolunaya ve sessizliğe kaldırmıştım. Sanıyorum o gün o yerde gözlerim siyahi mavi lacivert turuncu görüp bu sonsuz "oyun" başladı.

Haftaya pazara tam 8 gün kaldı.

Şimdi o güne kadar sakin kaldığımı zannedip sakin ve gayet sakin yolda yürümeye çalışıp itmeye çalışıp saniyesinde itemeyip kapı pencere avlu içlerinden geçip içlerine çıkacağım.

Çok gri bir cumartesi.

Koşarak yazdığım bu satırları geriye dönüp hiçbir zaman okumayabilirim. Burada yazdığım çoğu yazıyı bir daha hiç okumadım.

Yazı bittiğinde tüm bu yazıdaki insan yok oluyor ve sanki hiçbirşey olmamış gibi kahvesini yudumluyor gözleri kahvenin içine düşüyor kendisini tekrar yeniden görüyor ve tekrar camın arkasından tekrar ve tekrar tekneden tekneye atlayıp çekip gidiyor.

Dün akşam dedem yanımda oturdu ve bu yazdıklarımın hepsini orada o saniye yazmış bitirmiştim - esasında - ama tutamadığım herşey gibi koşarak buraya gelmiş kaybedeceğim korkusuyla yazdım.

Şimdi gene.

------------
"Those who are dead are not dead
They're just living my head
And since I fell for that spell
I am living there as well, oh"